Ekonomi, ekonometri dersleri bizim ziraat fakültesinde de gözde derslerdi altmışlı yıllarda. Bazan dersi anlatan hocanın da anlamadığını hissederdim ama "Anlaşıldı mı çocuklar?" sorusuna nezaketen evet anlamında boş gözlerle baş sallardık. Temelinde arz ve talep kavramlarının yer aldığı ve fiyat oluşumunun anlatıldığı derslerin temel varsayımı "serbest rekabet şartları"nın oluşmasıydı. Çok sayıda alıcı ve satıcının bulunduğu, piyasaya girişin ve çıkışın serbest olduğu açıklık ve şeffaflığın hakim olduğu, bilgilerin herkese açık olduğu vesaire gibi hayali "kabuller"e dayanan teorinin anlaşılması neyseydi; ama bunun bir de monopol (tekelci) düopol, oligopol piyasalarda fiyat teşekkülünün grafikleriyle süslenen, karatahtalar boyu süren kâbus gibi bir devamı vardı. Sonuç olarak bütün bunlardan hareketle ekonominin geleceği, nüfus ve gelir düzeyinde meydana gelecek gelişmeler ve buradan hareketle belli mallara olan talep tahmin edilerek gelecek yıllara göre, "üretim projeksiyonları" yapılırdı. Yapılırdı, çünkü Türkiye ekonomisi o zamanlar kalın, yüksek gümrük ve koruma duvarlarının ardında özenle(!) muhafaza edilmekteydi. "Türk Lirası" kanunla korunurdu. Dolar yıllarca, hatta on yıllarca 2.14 TL ya da 5.3 TL gibi paritelere bağlanır, ancak ihtilaller döneminde doların değeri on onbeş yılda bir yeniden belirlenirdi. Bu şartlar altında halkın ne alacağı, ne giyeceği ne yiyeceği belirliydi. Hatta dünyanın hiçbir ülkesinde var olduğunu tesbit edemediğim "Tek tip ekmek kanunu" (ki hâlâ yürürlüktedir) ile insanların yiyeceği ekmeğin rengine bile hükümetler tarafından karar verilirdi. İnsan sağlığına en büyük katkı sağladığı bilinen kepekli ekmek üretimi yasaktı. Besin değeri çok düşük olan bembeyaz, francala ekmeğin rengi biraz esmerleşse iktidarlar devrilme tehlikesi geçirirdi! İşte Türkiye'nin sanayileşmesi bu şartlarda ve de daha önemlisi devlet baba tarafından başlatılmıştır. İşletme ve şirketlerin devlet tarafından tayin edilmiş, görev yetki ve sorumlulukları piyasa şartlarına göre değil, kanun yönetmelik, tüzük, yönerge, genelge vesairelerle belirlenmiş merkezden yönetilen(!) "yöneticiler" tarafından on yıllarca yönetilmeye daha doğrusu iş idare(!) edilmeye çalışılmıştı. İşte Türkiye'nin özel sektörünün gelişmesi bu şartlarda yetiştirilmiş, tecrübelendirilmiş ve "kafaları bu düzene göre kalıplaşmış" yöneticiler devletten transfer edilerek başladı. "Büyüklerimiz her bir şeyleri çok daha iyi bilirler" paradigması ya da virüsü özel sektör şirketlerine buradan bulaştı. Yeni Bilimin Işığında... Belirsizlik, muğlaklık, karmaşıklık, kaos, öngörülemezlik gibi yepyeni şartların meydana getirdiği değişim ve dönüşüm dalgalarının yakışıklı üretim tahmin grafiklerini savurup bir kenara fırlattığı, ekonomik koruma duvarlarını aşmaya başladığı son on onbeş yıldır, dünyada bütün şirketler ayakta ve hayatta kalabilmek için canhıraş bir gayretle her şeyi sorguluyorlar. Teknolojilerini, müşteri anlayışlarını, üretim tarzlarını yenilikçilik derecelerini ve bütün bunların özeti mahiyetinde "yönetim tarzları"nı acımasızca eleştiriyorlar. Yepyeni ufuklara yelken açmak için insanı sadece zihinsel zekasıyla değil, duygusal ve manevi zekasıyla birlikte işin ve yönetim sürecinin içine katmaya çalışıyorlar. Ve ancak bu şekilde "Amazonlarda kanat çırpan bir kelebeğin Hint Okyanusunda tutmaya sebep olabileceği" anlayışıyla şekillenen globalleşme dalgasıyla başedebileceklerini düşünüyorlar. Yine gaza gelmişin değil mi? Siz de son günlerde Danah Zohar'ın "Yeni Bilimin Işığında, Aklı Yeniden Kurmak, Örgütleri Yapılandarmayı ve Yönetmeyi Yeniden Düşünmek" isimli kitabına dalsaydınız tahmin ederim siz daha fazla coşardınız. Türk Henkel'e bu güzel kitabı Türk İş dünyasına Zülfü Dicleli'nin nefis tercümesiyle kazandırdığı için teşekkürler.