Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi...

Sesli Dinle
A -
A +

İstanbul Mahmutpaşa’da işportacıydı.
Kuleli’de bir gecekonduda yalnız yaşıyordu.
Ama o, hakkında makaleler kaleme alınmış, dergilere kapak konusu yapılmış, kürsülere davet edilmiş, hakkında tez yazılmış, hatta üniversitede ders olarak okutulmuş, Türkiye’nin en “sıradan” şöhretiydi.
O “sokakların bilge adamı”, hırpani, pejmürde, Necip Fazıl’ın tanımıyla “fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas, kralları önünde baş eğdirecek kadar irade sahibi, aslanların önüne atlayacak kadar cesur” biriydi.

 

Mesela bir gün yolda yürürken denk geldiği bir arkadaşı “Hacca gidiyorum, hakkını helal et” deyince, “Dur, ben de geliyorum” deyip arabaya atlayan, nasıl bir Kâbe aşkıysa, pasaportsuz, parasız üç ülke geçerek haccını yapıp dönen bir mecnundu.

 

Tarihçi yazar Mehmed Niyazi, İzmir’de “Abdülhamit Han” isimli eseri sahneye koyuyordu. Tesadüfen dönemin Devlet Tiyatrosu yönetmen ve oyuncuları da aynı otelde kalıyordu. 
Bir akşam lobide ünlü solcu tiyatrocu Yıldırım Önal, Mehmed Niyazi Abi'ye diyor ki, “Siz sağ kesim, tiyatro bilmezsiniz, tiyatro yapmaya kalkmakla halkı tiyatrodan soğuttunuz.” 
Mehmed Niyazi, orada bulunan bizim sıradan şöhretimizi çağırarak “Bu arkadaş malzemecimiz. Asıl mesleği işportacılıktır. Tiyatroyu bir anlatsın bakalım.”
Yıldırım Önal’ın küçümser gülüşünü yerleştirdiği ağzından şu soru çıkıyor:
“Söyle bakalım malzemeci, tiyatro nedir?”
Bizimki “Öncelikle tiyatro kelimesinin etimolojik manası ile başlayalım” diyerek söze giriyor. Tiyatronun eski Yunan’ın hangi şehrinde, hangi aktörler tarafından, kimin piyesini oynamakla başladığından bahsediyor. Tiyatronun gelişim sürecini anlatırken, daha eski Yunan’ın son yüzyılına geldiğinde saat sabahın üçü oluyor. Yıldırım Önal, kızarmış gözlerini ovuşturarak ayağa kalkıyor:
“Saat dokuzdan beri dinliyorum. Çok yorgun olmasam saatlerce dinleyebilirim. Çok özür diliyorum, ben sizi hiç tanımıyormuşum” diyor.

 

“İflah olmaz” bir Necip Fazıl hayranıydı. 27 Mayıs darbesinden sonra Toptaşı Cezaevine konan Necip Fazıl'a yakın olmak için işporta tezgâhını cezaevinin kapısına taşıdı. Gece gündüz o kapıdan ayrılmadı, tam bir buçuk yıl.
Necip Fazıl’ın çıkardığı “Büyük Doğu” dergisinden her ay 15 tane alır, 10 tanesini işporta tezgâhında gezdirirdi. 5 tanesini ise evinin bahçesine bırakır, horoz ve tavukları dergiye abone yaptığını söylerdi.

 

Bayezid’de, Marmara Kıraathanesinde tanımıştım onu.
Üniversite gençleri için dünyanın en bereketli sofrasını kurar, herkesi masaya davet ederdi. Peynir, zeytin, domates gibi kahvaltı demirbaşlarını dizdiği o sofra, bize saray sofralarından daha lezzetli gelirdi.

 

Ama asıl söyleyeceğim bunlar değildi.
O keyifli yemeklerde bir konu ortaya atar ve anlatırdı. 
Mesela “Ayakkabı numaranız ile karakteriniz uyuşuyor mu?” der, genişçe bir ayak ve ayakkabı nutku çeker, sonra bazılarımıza ayakkabı numarası sorardı.
Ve biz o “konferansın” gerçek sebebini ertesi gün anlardık.
Çaycı Muhittin Ağabey, tezgâhın arkasından birkaç çift yeni ayakkabı çıkarıp, içindeki isimleri okuyarak gençlere dağıttığı zaman…
İşte bu, dünyanın en gösterişsiz hediyelerinin sahibinin adı, Hilmi Oflaz idi.
Her iyiliği, her yardımı için kendini aradan çıkarmak adına farklı yöntemler bulurdu.

 

Vefat ettiğinde, geride eskimiş bir ceket, yırtık bir çift ayakkabı, 30 binin üzerinde kitap ve oldukça kalabalık bir “sevgi ailesi” bırakmıştı. 
Onu, ölüm yıl dönümünde yâd etmek istedim.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
Bahri ARSLAN 22 Temmuz 2023 12:15

Allahüteala razı olsun Efendim Allahüteala rahmet eylesin mekanı cennet olsun Rabbim cennetteki derecesini Âli eylesin inşaallah