Yükseköğretimde Nasıl Bir Misyon Farklılaşması?

A -
A +
Yükseköğretim kurumlarından beklentiler tüm dünyada gün geçtikçe artmaktadır. Yeni beklentiler ise, yükseköğretim kurumlarına yeni sorumluluklar yüklemektedir. Ülkeler yükseköğretim sistemlerini öncelikleri ve hedefleri doğrultusunda yeniden yapılandırmaya devam etmektedir. Yükseköğretim sistemleri, devletin ve toplumun yükseköğretimden farklı beklentilerini karşılamak üzere, yükseköğretim kurumları arasında doğal bir misyon farklılaşmasına gitmektedirler. Misyon farklılaşması sonucunda bazı kurumlar sadece lisans eğitimine odaklanırken, bazıları yüksek lisansa kadar eğitim vermekte bazıları ise doktora ve araştırmaya ağırlık vermektedirler. Kalite süreçleri de misyon-odaklı olduğu için bu çeşitliliğe riayet etmektedir. Diğer taraftan yükseköğretim kurumlarının kamu kaynaklarından fonlanmasının misyon temelli olduğu sistemlerde, misyon farklılaşması güçlendirilmektedir. Böylece, daha pahalı bir altyapı gerektirdiği kabul edilen ileri araştırma hizmetlerini yürüten yükseköğretim kurumları, daha çok ödenek almaktadırlar. Ayrıca, zaten nispeten az sayıdaki daha iyi üniversiteler, araştırma fonlarından genellikle daha büyük bir pay almaktadırlar.   Misyon Farklılaşması ve Kayması   Yükseköğretim sisteminde misyon farklılaşması toplumsal taleplere cevap üretmede kaynakların verimli kullanılması bağlamında avantajlar sağlamaktadır. Ancak sistem içinde gerilimler de bulunmaktadır. Yükseköğretim kurumlarının her biri, kendilerine biçilen rollerin ötesine geçmeyi arzulamakta, verdikleri derece sınırlamalarını aşmaya çalışmakta ve üst katmandaki yükseköğretim kurumları gibi istedikleri programları açabilme fırsatlarını değerlendirmektedir. Misyon kayması olarak da ifade edilen bu durum, kolej ve üniversitelerin, daha saygın kabul edilen doktora eğitimi verme veya araştırma yoğun üniversite olma yolunda dönüşmelerine neden olmaktadır. Üniversite sıralamaları da, üniversiteler arasındaki saygınlık yarışını artırmakta ve sistemdeki misyon farklılaşmasından kaynaklanan heterojenliği homojenliğe doğru zorlamaktadır. Tüm dünyada, metodolojisi ile ilgili eleştirilerin azalmadığı, ancak önüne de geçilemeyen dünya üniversiteler sıralamaları, yükseköğretim kurumlarını sıralamalarda üst sıralara yükselmek için benzer davranışları benimsemeye itmektedir. Yani üniversite sıralamaları, etkinliğin veya verimliliğin ötesinde piyasa tarafından takdir edilme/saygınlığı ön plana çıkartarak sistemin bütünü üzerinde baskı oluşturmakta ve dengesini bozmaktadır. Sonuç olarak saygınlık ile etkin olabilme arasında bir çatışma ortaya çıkmaktadır. Her ülke için doğal olarak arzulanan, dünya çapında saygın yükseköğretim kurumlarına sahip olabilmektir. Ancak özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından bakıldığında sorun, dünyada saygın kurumlara sahip olma arzusu ile ülke ihtiyaçları ve sistemin verimliliği arasında bir denge oluşturmaktır.   Türkiye’de Durum   Türkiye yükseköğretim sisteminde her bir yükseköğretim kurumu yasal olarak eşit haklara sahiptir. Dolayısıyla, her bir yükseköğretim kurumu, yapılandırmasını diğer kurumlara göre herhangi bir kısıtlama olmadan gerçekleştirebilmektedir. Dolayısıyla yasal kuruluş itibariyle Türkiye’deki yükseköğretim kurumları, bir misyon farklılaşmasına zorlanmamaktadır. Devlet üniversitelerinin finansmanı tamamıyla kamu kaynakları tarafından sağlanmakta olup, misyon farklılaşmasına bağlı bir finansman çeşitliliği veya zorlaması da resmen bulunmamaktadır.   Dünya örneklerine bakıldığında yükseköğretim sistemlerinde misyon farklılaşmasını belirleyen ana etmenin, merkezi koordinasyon ve akabinde koordinasyona uygun bir şekilde gerçekleştirilen fonlanma biçimi olduğu görülmektedir. Türkiye’de ise yükseköğretim kurumlarının tamamı teorik olarak aynı sorumluluklara sahip olarak gelişimlerini sürdürmektedirler. Bununla birlikte, yasayla sınırları çizilmiş bir misyon farklılaşmasına sahip olmamasına rağmen yükseköğretim kurumlarının kendi iç dinamiklerine göre belirli misyonları daha ön plana çıkartacak şekilde gelişim gösterdikleri görülmektedir. Örneğin, yükseköğretim sistemi içerisinde uzun geçmişi olan yükseköğretim kurumları, yükseköğretim öğrenci kapasitesini ön lisans ve lisans seviyesinde sınırlı tutarak lisansüstü eğitime ve araştırmaya ağırlık vermeyi tercih etmektedirler.   Genişleme, Heterojenleşme ve Farklılaşma   Diğer ülkelerde üniversiteler üzerinde piyasa kaynaklı öğrenci kapasitesini artırma, devlet finansmanının azalması, dış fon aramaya zorlanma, öğrenci alabilmek için kıyasıya rekabete girme gibi reel baskıların ülkemizde benzer bir karşılığı yoktur. Ülkemizde bu anlamda yükseköğretim kurumları konforlu bir uzun dönem geçirmişlerdir. Örneğin yıllarca yükseköğretime erişim problemi sürmüş, yükseköğretime artan talebe rağmen yükseköğretim kurumları arzlarını artırmada isteksiz ve hatta dirençli davranabilmişlerdir. Uzun yıllar boyunca nispeten homojen duran ülkemiz yükseköğretim sistemi, özellikle son on yılda erişimin önündeki engelleri kaldırabilmek için çok sayıda yeni üniversitenin kurulmasıyla devasa bir arz kapasitesine ulaşarak heterojen bir yapıya kendiliğinden evrilmiştir. Her ilde en az bir üniversite kurularak yükseköğretim tam anlamıyla “yurt sathı”na yayılmıştır. Yükseköğretimde okuyan öğrenci sayısı 2017 itibarıyla artık 7 milyonun üzerine çıkmış, yükseköğretimi tercih edeceklerin seçenekleri çoğaldığı gibi tercih davranışı da değişmiştir. Türkiye yükseköğretim sistemi, Çin, Hindistan, Amerika, Brezilya ve Rusya’dan sonra dünyanın altıncı büyük sistemi haline gelmiştir. Sistemin ön lisans ve lisans düzeyindeki yükünü ağırlıklı olarak devlet üniversiteleri; devlet üniversiteleri içerisinde de özellikle yeni kurulan ve kurulmasının üzerinden 20-30 yıl geçmemiş üniversiteler taşımaktadır. Ön lisans ve lisans öğrencilerinin %30’u 1992 yılında kurulan üniversitelerde, %26’sı ise 1992 yılından sonra kurulan üniversitelerde okumaktadır. Bir başka deyişle ön lisans ve lisans seviyesinde yükseköğretim arzının %56’sı 1992 yılı ve sonrasında kurulan devlet üniversiteleri tarafından sağlanmaktadır. Özellikle Anadolu’da mütevazı nüfuslara sahip illerde yeni kurulan veya mevcut üniversiteler, dış paydaşlar tarafından ekonomik gelişim için bir fırsat olarak görüldüğü için öğrenci sayılarını artırma yönünde sürekli yoğun taleplere maruz kalmaktadır. Çevre faktörleri nedeniyle, araştırma ile ilgili yatırımlar yapsalar da ağırlıklı olarak eğitim odaklı üniversiteler olma yönünde evrilmektedirler. Önümüzdeki yıllarda da bu eğilimin güçlenerek devam edeceği görülmektedir. Dolayısıyla söz konusu nispeten genç kurumlar, yükseköğretim sistemine ağırlıklı olarak eğitim odaklı katkı veren en önemli aktörler olacaktır. Diğer taraftan bugün eğitim odaklı üniversitelerin, yarın hem eğitim hem de araştırma odaklı üniversiteler olabileceği de unutulmamalıdır. Bu, tamamen bir olgunlaşma ve geçiş sürecidir. Gerçekten de, sadece 1992 yılında kurulan üniversitelerin bugün taşıdıkları sorumluluklara ve geldikleri seviyelere bakmak yeterli olacaktır. 1992 yılında kurulan üniversiteler ön lisans ve lisans öğrencilerinin %30’una ev sahipliği yapmaktayken, yüksek lisans ve doktoradaki öğrencilerin de %22’sine ev sahipliği yapmaktadırlar. Gelinen noktada yükseköğretim sistemi, yasayla belirlenmiş bir misyon farklılaşması öngörmemesine rağmen yükseköğretim kurumları özellikle dış faktörlerin etkisiyle belirli misyonları daha fazla yerine getirmek zorunda kaldıkları görülmektedir. Bunun en önemli istisnası, yani sistem içerisindeki eski ve yeni tüm rolleri üstlenen, dolayısıyla hem öğrenci sayısı olarak büyük katkı sunan, hem araştırma kapasitesi olarak ve özellikle en fazla doktora mezunu verme açısından sisteme önemli katkı sunan İstanbul Üniversitesi’dir. Ancak gelinen noktada, yükseköğretim sisteminin bileşenleri doğal olarak farklı roller üstlenebilmekte ve böylece heterojen bir yapı oluşmaktadır.   Ne Yapılmalı?   Türkiye yükseköğretim sisteminde artık rollerin nicelik ve nitelik açısından değerlendirilmesi ve güçlendirilmesi evresine geçilmelidir. Bir taraftan eğitimde kalitenin sürekli iyileştirilmesine odaklanılması gerekirken, diğer taraftan yükseköğretim kurumlarının bulundukları bölgeyle bütünleşmelerine özel bir önem verilmelidir. Üniversiteler bulundukları bölgeleri bir atölye gibi kullanabilmeli, sadece bölgesel ekonomik kalkınmada değil, kültürel ve sosyal gelişimde de öncü rol oynayabilmelidir. Dahası, yeni kurulan üniversiteler sayesinde kontenjan baskısından kurtulan, ön lisans ve lisans seviyesindeki öğrenci kapasitelerini sınırlı tutmaya özen gösteren nispeten köklü üniversitelerin eğitim ve araştırmada ne derece etkin olabildiklerini değerlendirmenin vakti gelmiştir. Örneğin, söz konusu köklü üniversiteler, Türkiye yükseköğretim sisteminin kaliteli bir şekilde büyümesi için en kritik konu olan yeterli sayıda ve kalitede doktora mezunu vermeye ne kadar katkı verebilmektedirler? Yükseköğretim sisteminin uluslararasılaşma boyutuna katkıları ne düzeydedir?  Türkiye’nin ekonomik gelişiminde ve 2023 hedeflerinin gerçekleşmesinde kritik rol oynaması gereken AR-GE ve inovasyona katkıları ne kadardır? Son olarak, yükseköğretim sisteminin sağlıklı ve dengeli işlemesini sağlayan farklı rollerdeki yükseköğretim kurumlarının korunması da büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamda tüm dünyada tartışıldığı gibi ülkemizde de farklı misyonlardaki yükseköğretim kurumlarını tek bir sıralamaya koymaktan kaçınmak gerekir. Bütün kurumları saygınlığı ve araştırmayı ön plana çıkartan metodolojiye sahip tek tip bir sıralamaya tabi tutmak, yukarda değinilen rol/sorumluluk farklılıklarını değersizleştirmek anlamına gelmektedir. Bunun yerine heterojenleşen yükseköğretim sisteminin her bir misyon ve rolüne önemli katkılar sunan üniversitelerin bu katkılarını ön plana çıkartacak, muhtelif değerlendirmelere ihtiyaç vardır.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.