"Esir yaşamaktansa ölüp göçeyim daha iyi!.."

A -
A +
 
 
"Sen neler, neler düşünürmüşsün ay anacığım! Ver elini bir daha öpeyim!.."
 
Nene’nin al al olmuş yanaklarına doğru yaşlar aktığını gören bağrı yanık anacığı:
- Nene'ciğim! Ben de Hasan kardeşin gibi bu mübârek harbe iştirak etmek ve Allah için kılıç sallamak isterdim, lakin…
Yüz sene uzunluğundaymış gibi geçen bir dakika sonunda cevabını verebildi Nene:
- Sen neler, neler düşünürmüşsün ay anacığım! Ver elini bir daha öpeyim! Dadaş anası işte böyle söyler!
- O kadar sene yaşadım, bu kadar daha mı yaşayacağım a evladım! Esir yaşamaktansa ölüp göçeyim daha iyi!
- Medresede okurken Hocamız; “hanımın yeri, evidir. İşe gelince; onun yapacaklarıyla erkeğin yapacakları bir değildir” buyurmuşlardı.
- Köy çocuğuyum, gücüm kuvvetim de yerinde Nene’m. Birkaç kâfir telef etmeden ölmek istemem! Bizim analarımız ağlayacağına onlarınki ağlasın. Hem sonra bizim hakkımız da kendimizi müdafaa etmek. Onlar taa dünyanın öbür ucundan çıkıp gelmiş, bizi yurtlarımızdan ediyorlar! Hiç böyle adalet olur mu? Resmen eşkıyalık, gasp, hakka tecavüz! Tek kelimeyle zulüm, biz mazlumuz güzel kızım!
- Kendine güveniyorsan o başka! Ama uşaklar müsaade etmezler, ana! “Biz ne güne duruyoruz” derler. Onları kırmak da olmaz. Sonra ben de razı olmam. Heyecanını anlıyorum! Hele bir sağ-salim Erzurum’a gidelim, evimize yerleşelim, ondan sonra duruma göre hareket ederiz inşallah.
- Baksana konuşmalara, durum vahim! Bu gidişte vilayette de kalmamız zor görünüyor!
- Bir gidelim!
- Ah başımıza gelenler! Ah! Ah!
Zeliha ananın tek isteği, bütün aileyi yanında görmekti. “Öleceksek de, kalacaksak da beraber olalım...” diyor, başka bir şey demiyordu.
Nene, belli etmese de birdenbire değişen anacığının bu hareketi karşısında şaşırmıştı. Kararını açıklaması ve bir neticeye varması için Mehmet Abdullah’ın da gelmesini söyledi...
Hafız Osman Bedreddin, büyük bir adam tavrıyla diyeceğini dedikten sonra yakınındaki bir kayaya oturdu. Başını eline dayadı ve gayet açık bir şekilde cihat etmenin ehemmiyetini anlatan âyet-i kerimeleri okudu. Bütün köylüler sustu, bu güzel sesi dinlemeye başladı. Herkeste anlaşılmaz, anlatılmaz korku ve telaş karışımı bir hâl vardı.
Bu arada Nene, anası ve birçok mahalleli de sessiz sedasız aşr-ı şerîfi dinlediler. “Sadakallahül azîm” dendikten sonra etrafa ve yeni gelenlere bir göz atan Osman Bedreddin, muharebe çıktığını, kalmak isteyenlerin serbest olduğunu, onlardan tamamen ayrılacaklarını, kendisi ile gelip muharebeye katılacakların da hamisi olacağını tekrar etti.
Dinleyenlerin arasında mahcup, boynu bükük duran arkadaşı Mehmet Abdullah’a döndü. Bu mevzudaki kararını sordu. Mehmet, olduğu yerden ani bir hareketle fırladı. Herkes “ne yapacak” diye dikkat kesildi, birbirlerine baktı. Ellerini havaya kaldırarak, heyecanla oradakileri süzdü. Gayet açık bir ifadeyle:
- Rüzgâr ne kadar sert eserse essin, bir kayadan alabileceği en fazla tozdur!
- İşte o kadar!
- Düşman bağrımıza süngü dayamış! Durulacak vakit mi?
- Muhterem dadaşlar ben… Ben… burada... kalmayacağım! Son nefesime kadar, kanımın son damlasına kadar Allah için, din-i İslâm için çalışacağım, diye haykırdı Osman Bedreddin. DEVAMI YARIN
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.