Kurbağanın olmaz tüyü, Unut artık eski köyü!..

A -
A +
O gün de rüzgâr; estikçe esmiş, inanılmaz âlemlere götürmüş, getirmişti...
 
Serin bir rüzgâr yüzünü yalayarak esince, Mehmet Abdullah gayr-i ihtiyari daldığı düşüncelerinden başını kaldırdı, gökyüzüne baktı. “Evet evet! Tıpkı o gecedeki gibi lakin o zaman sevincimden uyuyamamıştım, şimdiyse kederimden…” dedi o günlere gitti:
Böyle bir güz akşamı ay; lacivert semada gümüş bir tepsi gibi çisil çisil nur saçıyor, bütün Çeperli ve civarını serin, mavi bir ışıkla aydınlatıyordu. Annesi, babası, Nene’yi istemeye gittiklerinde, heyecandan çıldıracak gibi olmuş, kendini kırlara, bayırlara zor atmıştı. Gece ay ışığı, serin bir rüzgâr ve bir de peşini bırakmayan evin iti Keleş... Saatlerce yürümüş, yürümüş... Neler aklına gelmemişti ki; bir kere en sevdiği, rüyalarının süsü, gönlünün perisi Nene Kız, artık kendinin olmasına az kalmıştı. İki insan, bir beden olacak, ömür boyu huzurun, saadetin yuvasını öreceklerdi. Bundan daha mühim ne olabilirdi?
O gün de rüzgâr; estikçe esmiş, inanılmaz âlemlere götürmüş, getirmişti. Sanki bir şey söylemek istermiş gibi, hiç durmadan kulağına bir sır fısıldamaya çalışmıştı. O bitmez, tükenmez ses, öyle derinden gelmişti ki, içinde, ta kalbinde hissetmişti. Ürkme veya ferahlık... İnsanın o anki ruh hâline kalmış bir şeydi. O tılsımlı ses karşısında bir de insan hayal kurmadan edemiyordu. Dinleyen sadece duymuyor aynı zamanda bu kuvvete karşı direnemiyordu da. “İşittiklerim; insanların feryadı mı, yoksa bize bir ikaz mıydı?” diyebildi sadece.
                  ***      
Kurbağanın olmaz tüyü,
Unut artık eski köyü.
Yedi, sekiz yaşlarında bir çocuğun yularını tuttuğu merkebin üzerindeki ihtiyar kadın, selâm verip yanlarından geçti. Gariban çocuk; arabaların, piyadelerin aralarında kalmıştı. Zar zor görülebiliyordu. Boyu uzuna yakın, alnındaki saçlar, rastgele kesilmiş, akıllı uslu, pek sıkılgan bir hâli vardı. Çelimsiz zayıf bedenini, kahverengi koyun yününden örme kalın bir elbise kapatıyordu. Onun peşi sıra, yine aynı yaşlarda bir kız çocuğu geçti ürkek bakışlarla. Dört etekli, kara düğmeli, kara çuhadan elbisesi, oldukça büyükçeydi. Belli ki ya annesinin, ya da ablalarından birininkini giymişti. Yalnız soğuktan muhafaza edebilen bu kıyafet, çocuğu rahatsız ediyordu. İşlemeli kol ağızlarının arasından, yarı çıplak durmaya alışmış, kırmızı, çatlak bilekleri fark ediliyordu...
İhtiyar bir dede, torunları olduğu her hâlinden belli olan iki çocuğu iki elinden tutmuş, hızlı adımlarla yürüyordu. Yan gözle selâm verip ilerledi. Belli ki kaybedecekleri vakitleri yoktu. Pek fazla bol, kirli toprak rengi bir pantolondan, yırtık çoraplı zayıf bacakları görünüyordu. Alelacele yapılmış; tüyleri üzerinde, kaba dikişli çarık vardı ayaklarında.
Bu arada Nene Gelin de bir yolunu buldu, gelip beyinin yanına oturuverdi. Her ikisi de; içlerinin kan ağlamasını birbirine belli etmeden, önce havadan sudan anlatmaya başladılar. DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.