"Tihkat et Hafız Lütfü! Bah üstün başın çamur olmuş!"

A -
A +
"Ocağı yakmak için kuru kermelerden götürecektim. Selvi boyunu görünce, Hafız’a bir hâl hatır sorayım dedim."
 
 
Bu havaları pek de özlemişti. Onun için olsa gerek çamura falan aldırdığı yoktu. “Kim ne der” diye düşünmüyordu... Ondan maada insan namına kimsecikler görünmüyordu ortalıkta. Tılsımlı sessizliği bozan ayaklarının çıkardığı tıkırtı ve uzaktan yakından köpek havlamaları, horoz ötüşleriydi. Bunlar da olmasaydı bu derin sükûnete, diyecek yoktu.
Her evin bacasından göğe doğru yükselen mavi dumanlar; helezonlar çizerek kurşuni bulutların içine karışarak kayboluyordu. Her bir duman; gayr-i ihtiyari; “burda hayat var” dedirtiyor, canlılığın, birlikteliğin işareti, sembolü olarak kalbine kuvvet veriyor, ferahlatıyor, nazikçe ısıtıyordu da…
İçi duman dolu kocaman çadır bir kubbe gibi üzerini örten gökyüzüne bakıyordu her fırsatta. Yer yer pamuktan bulutlarla kaplı ve bir o kadar da sırlarla doluydu ki… Lacivert ufuklardan süzülen gümüş tepsi misali dolunayın saf ışık huzmeleri; yağmur dolu bulutların eteklerini parlak fon hâlinde ihata edip çerçeve oluşturmuştu sanki. Çay boyunca sıralanmış kavak ve söğüt dallarında karakarga yuvaları; onu alıp ötelere götürüyor… aklına neler neler getirmiyordu ki!
Bu muhteşem güz manzarasını seyrederek yürürken hayaller kurmadan edemiyordu Hafız Lütfü; fedakâr hanımefendisi, hayat arkadaşı ne sıkıntılara göğüs germiş, tahsilini tamamlamaya kayıtsız, şartsız destek olmuş, hatta cesaretlendirmişti de. Hiç unutamıyordu: “Hoca sen düğüne, eğlenceye gitmiyorsun ki, ilim tahsiline gidiyorsun. Ona mâni olup vebale girmek istemem. Bizden yana bir endişen olmasın! Emanetine, evlatlarına sahip çıkar, noksanlığını hissettirmem…” demiş, bütün korkularını gidermişti. Eğer o öyle dik durmasaydı, yapamazdı, bocalardı. Olabilecekleri düşünmek dahi istemiyordu. Bu arada sessizce yanına yaklaşan Zülfüzar Bibi, hayranı olduğu o kendine has şivesiyle:
- Tihkat (dikkat) et Hafız Lütfü! Bah (bak) üstün başın çamur olmuş!
- He bibi! Nereden geliyorsun böyle?
- Rahmet biraz kesilince kapıya çıktım, ocağı yakmak için kuru kermelerden götürecektim. Selvi boyunu görünce, Hafız’a bir hâl hatır sorayım dedim.
- Bibi, herkesi, her yanı çok özlemişim meğer farkında değilim! Çocukluğum, İsmail Ağagil’in Mehmet Hafız’la ezber yaptığımız o günler aklıma geldi, gözlerim doldu. Anacığı bize çok bal yedirmişti. “Uşahlar biz yemir size yediriyoruz. İzanı açar…” derdi, teşvik ederdi.
- İyilik eden iyilik bulur Hafız! Bak sen de minnetle hatırladın, hayırla yâd ettin fena mı oldu?
- Bize destek olanlara ömür boyu minnettarım, duâcılarıyım.
- Köyümüz eyi, komşular da iyi de amma balçığı olmasaydı!
- Bibi, siz daha iyi biliyorsunuzdur… Sizin evlerin bulunduğu yer de dâhil, bu meydan gölmüş diye duymuştum.
- Bilmez olur muyum! Kamışları, cilleri toplar, hasır yapardık. Mal davar su içerdi hep!
- Harmanların suyu da buradan alınırdı. Küçük kısmını ben de hatırlıyorum.
- Elimiz ayağımızdı da kıymetini bilemedik Hafız!
- Nasıl bilemedik ki bibi? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.