“Ne hoş memleketimiz, ne hoş insanlarımız var şükürler olsun”

A -
A +
Belli ki; Zülfüzar Bibi üşümüştü. “Haydı ocağın başına” diyecekti de onun keyifli ve de meraklı hâlini görünce vazgeçmiş olmalıydı.
 
Zülfüzar Bibi bir iç çekti ve;
-Nasıl olacak elimize geçeni göle attık Hafız. Evlerin zibili, tandırların külleri… senelerce buraya akıtıldı. Saymakla bitmez ki oğul!
-Seferberlikte bir hadise yaşanmış…
-He ondan sonra göl; “Ganlı göl” oldu, gözden çıkarıldı zaten.
-Şöyle duymuştum bibi: Ermeniler, bir kızımıza göz koymuşlar. Dağa kaldıracaklarmış. Bunu fark eden o dünyalar güzeli kızımız da “Ermeni’nin, Urus’un eline düşmektense ölürüm daha iyi...” deyip kendini bu göle atmış. Uzun zaman ortalıkta görünmeyince de bütün köylü “dağa kaldırıldığını” düşünerek kederinden per perişan olmuş, günlerce ağlamışlar. Sonra nasıl oluyorsa biri, kamışlar arasında cesedini görüyor, haber veriyor. Gidip bakıyorlar ki o kaybolan kızcağız.
-İnan Hafız Lütfü, konu komşu bu hadiseye yandığı kadar da Urusların, Ermenilerin eline düşmediği için şükretti. Ah ah! Dertler büyük… Söyletme beni! Gardiyen emin de Urus harbinde Karabekir Paşanın yaveriymiş; onlar Göydağ’dan çıkarınca, Urus generalin sandığını getiriyor. Ağzına kadar Manat dolu. Neye yarar ki? Hepsi de paçavra, eskimiş gazete parçası. Çok dolaştı antikacılarda ama nafile...
-Bibi, size geldiğimde görmüştüm. Çar Nikola’nın mı ne üzerinde resmi de vardı, o manatların üzerinde.
-Kâfirin ismini ne bilem hafız, oğul!
-Öyle ya.
-Sen bize bahma oğul, biz çamura, yağmura alışığız!
-Biliyorum bibi!
-Hafız Lütfü!
-Buyur bibi!
-Amaaan! Ne diyecahdım?..
Belli ki; Zülfüzar Bibi üşümüştü. “Haydı ocağın başına” diyecekti de onun keyifli ve de meraklı hâlini görünce vazgeçmiş olmalıydı. Kırmamak için de “ne diyacahdım” diyip işi unutkanlığa vurdu. “Ah güzel akrabalarımız, komşularımız! Ne hoş memleketimiz, ne hoş insanlarımız var şükürler olsun” diyerek epey dolaşıp hasretini çektiği yağmurlu havada köyünün keyfini çıkardı. Biliyordu ki; buralardan ayrıldıktan sonra bu rüya bitecekti.
Her şey köyünde bambaşkaydı. Saf, temiz insanların arasında olmak ne saadetti Allah’ım. Hele şu ‘çat kapı’ girdiği evlerin samimiyeti; “Sen hoş gelmişsin Hafız Lütfü...” derken yüzlerinde oluşan o masum tebessümü, insanı sarıp sarmalayan ılık sıcaklığı, kısacası Dadaşlarımıza has o güler yüzleri, tatlı dilleri unutmak ne mümkündü… Yanan ocağın üzerinde fokur fokur kaynayan demlikte taşan suların çıkardığı “cas-cus” sesler… demlenen kuşburnu çayının kendine has o güzelim kokusu ve masum bebeklerin aguları… Kediciklerin ocak başında gerinerek mırıldaması… Hele komşuların davetleri… “Onu da yapayım, şunu da pişireyim” demelerini… Saatler sonra bile “daha yeni oturduk, ne güzel konuşuyorduk! Hele bir aşr-ı şerif okusan da ağlasak!” diyen muhabbet dolu ifadelerle ağır misafirlerini göndermek istememeleri…
Sayılamayacak kadar çok paha biçilmez iltifat, hürmet ve muhabbet dolu hâllerini ve daha nicelerini anlatmaya kelimeleri zayıf kalıyordu. Gönlünü bıraktığı bu yerde kalbini fetheden çok şeyler vardı. Bir nebze de olsa hissiyatını anlatabilmesi ne saadetti… DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.