Hafızin “Küçük Ana” dediği Nezaket Ana önünü kesti!

A -
A +
"Hele gel Lütfü sen ne vaaz vermişsin ki Nusret koşa koşa geldi: “Hafız abim bir anlattı bir anlattı, milleti ağlattı…” dedi."
 
Tam evlerinin önüne gelmişti ki Hafız Lütfü’nün “Küçük Ana” dediği Nezaket Ana önünü kesti.
-Hele gel Lütfü sen ne vaaz vermişsin ki Nusret koşa koşa geldi: “Hafız abim bir anlattı bir anlattı, milleti ağlattı…” dedi. Hele söyle de biz de ağlayalım!
-Küçük Ana Allahü teâlâ ağlamaktan uzak eylesin. Sizlere gülmek yakışır.
-Beni konuşturma! Niçin istediğimi biliyorsun Hafız! Kaderimizden bahsetmişsin. Ne bileyim emmin oğlu fena tesirinde kalmış.
-Onun güzelliği Küçük Ana: “Bir insanın gönlünde ne yatıyorsa onun alınyazısı odur” dedim. Kim samimice ve kalpten Allah’ın sevgisine sahipse, mutlaka bir mürşide kavuşur. İbadetlere sarılır, hizmetlere koşar. Kim beş vakti kılmak dilerse ona da bu şartları uygun kılar. Kim ne istiyorsa, o şeye kavuşturur Rabbim.
-Bizim mürşidimiz; baban Hafız Yusuf kaynımdı. Verdiği dersleri hâlâ çekerim.
-Maşallah! Bir de şöyle bir şeyden bahsetmiştim: “Allahü teâlâ kime, ne imkân vermişse, onu Allah yolunda, cihâd için sarf etmelidir. Sarf etmezse, namazı terk etmiş gibi, orucu, zekâtı terk etmiş gibi vebal altında kalır…”           
-Bizim neyimiz var ki oğul?
-Azdan az, çoktan çok Küçük Ana… Gücü kuvveti yetmeyenden bir şey istemiyor Rabbimiz. Mesela: “Namazı gücü yeten ayakta kılsın, yetmeyen, oturarak kılsın, ona da kuvveti yoksa yatarak, imayla kılsın” buyuruluyor…
-Namazdan kurtuluş yok…
-Dinimizin direği Küçük Ana. Bir de şöyle demiştim aklımda kaldığı kadarıyla: “Gayesi belli olan huzurludur. Belli olmayan huzursuzdur. İşte Batı’nın çöken gençliği... İhtiyaçsızlık azgınlığı doğurur…”
-Batı dediğin de ne oğul?
-Yani bizim memleketimizin dışındaki zengin devletler…
-Zenginler Allahü teâlâya daha çok şükredecekleri yerde azıyorlar.
-Rabbimizin her işi hikmetlidir.
-Ahan Nusret de geldi.
-Gel Emmioğlu. Neler anlatmışsın öyle Küçük Anama?
-Köyümüzde herkes sizden memnun Hafız dadaşım.
-O çok mühim işte. Bir de şikâyetçi olsalardı ne yapardık?
-Hadi bize gidelim Hafız! Kuru kabak kırması pişirmişim. Hayriye’yi de çağırırım merak etme.
-Peki ana! Size de hayır denilmez ki!
Birlik ve dirlik içindeki konu komşuyu, hısım akrabayı, bütün mahalleliyi düşündü Rabbine şükretti. Muhabbetin, kederin paylaşılmasının ön planda olduğu komşuluklar ne güzeldi. Her şey onlarla mana kazanıyordu; davetler, düğünler, cenazeler… Büyük şehirde insanlar artık yaşadığı apartmandaki komşularını tanımıyor, tanısalar bile birbirlerini davet edecek kadar içten ve samimi olamıyorlardı. Oysa köyler öyle miydi? Ne varsa o paylaşılır, yetmeyecek yemekler bereketlenir, yeter hâle gelirdi. Komşuluklar şehirlerde suniydi. Herkes, “Ne ben başkasına gideyim ne bana kimse gelsin” deyip birbirinin kapısını çalmıyordu. Yazık, çok yazık. Bu gidişte insanlar kendi hâline kendilerinden maada dert edinecek, acılarına yanacak kimse bulamayacaktı. İşin ahiri nereye varacak, hiç düşünen yoktu? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.