Minareden yanık, ağlamaklı bir ezan sesi yükselmeye başladı!

A -
A +
Gözlerini yine uzaklara dikti. Bu sefer tam tekmil susmuştu. Rüzgâr da dinmiş, güneş de hepten batmıştı.
 
Şunu iyi biliyordu ki tadı ağzında, sevgisi kalbinin en güzel köşesine işlemiş bu kardeşliğin yanında bugünün koşuşturulan, telaş içinde geçirilen ve üzerinde bile yeterince düşünülemeyen kardeşliğinin gelecekte anlatılacak hiçbir güzel yönü kalmayacaktı. Daha ne diyeydi ‘Ağla çeşmim, ağla, durma…”
Gözlerini yine uzaklara dikti. Bu sefer tam tekmil susmuştu. Rüzgâr da dinmiş, güneş de hepten batmıştı. Caminin minaresinden yanık, ağlamaklı bir ezan sesi yükselmeye başladı. Bütün köylüler kapıya, pencereye çıkmıştı. Samet Hoca düzgün kıraate hasretti ki gözlerinden sicim gibi akan yaşlarına mâni olamıyordu. Derin hasretten mi kaynaklanıyordu bu yanık ses? Dinledikçe millet çözülüyordu. Hep beraber ruhları alınıp başka diyarlara götüren ezan-ı Muhammediyi kıpırdamadan, ses çıkarmadan dinledi, hüzünlendi bütün Ahalılar.
Akşam ezanlarını müteakip Verintap’tan üç öküz arabası gelmişti, göçlerini götürmeye. Aşırlar’dan Kadir Özdemir, Ali Pehlivan, bir de Sağır Hocanın oğlu Mustafa Binici gelmişlerdi. Sabaha kadar göçler yüklenecek, Namazları müteakiben de yola çıkılacaktı. Herkesin işi vardı. Zamanla yarışılıyordu.
“Elveda güzel köyümün, güzel insanları; Sizleri Hak teâlâya emanet ediyorum…” deyip ayrılacağı gün gelip çatmıştı.
 
Gel gönül sana eyleyem nasihat;
Bu fâni dünyadan kalk yavaş yavaş!
Cehdet ki hep doğru yola gidesin,
Canını Cennet’e sal yavaş yavaş.
 
Kara toprak için bizim zâtımız,
Geçen ululara yeter hepimiz,
Bir gün olur gelir cansız atımız,
Tebdil tedarikin gör yavaş yavaş.
 
Bir âşık da vatanını sevende,
Garip bülbül dost bağında ötende,
Hak’tan nida gelip vâdem yetende,
Azrail canımı al yavaş yavaş...
 
Der Sümmani tamam oldu muhabbet,
Biz varalım siz olasız selâmet,
Kalktı bu karyeden çekildi kısmet,
Göründü gözüme yol yavaş yavaş...
                         ***
         AHA’DAN VERİNTAP’A…
Sabah namazını müteakiben Aha’dan ayrılırken etraf pek muhteşem görünüyordu. Pırıl pırıl masmavi bir gökyüzü… Sarısından turuncusuna her biri ayrı çiçek buketine dönüşmüş kavak ve söğütler... Şırıltısı ta evlere kadar gelen Kahve Pınarı…
 
Kaç ana kaç baba kaç kardeş gördün?
Kaç haneye girdin kaç umut yordun?
Kaç defa kaynadın kaç defa durdun?
Kaç ocakta çaydın kahve pungarı?
 
Şairin Narmânî gönlünü yaktı,
Göç oldu insanlar gurbete çıktı.
Gitti de yurdunu viran bıraktı.
Kaç baykuşa taydın kahve pungarı?
 
Taş işçiliğinin güzel numunesi köyün cami-i şerifi... Vâdi boyunca yükselen çivit rengi, zirvesi dumanlı Gökdağ. İrili ufaklı bostanlar, bacalarından duman yükselen tipik çatısız toprak evler… Bütün bunların üzerinde çığlık çığlığa uçuşan serçe, sığırcık ve karga sürüleri…
Raziye Bibilerin damından bir tablo gibi seyrettiği bu güzelliklerin içinde ilk defa gidecekleri Verintap’ı, kalacakları evi ve huylarını hiç bilmediği insanlarını düşündü, gayr-i ihtiyari gülümsedi... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.