Her hac mevsimi geldiğinde içten içe kendini yiyordu...

A -
A +

Düne kadar dile alamadığı bu "aşk"ını, hanımı Hayriye Hanımefendisine açınca memnuniyetle karşılandı...

Âlemlerin Rabbine kul olduğunu hatırlamak, kul gibi yaşayıp acziyetini anlamak, nefsine haddini bildirip HACI olma aşkından daha büyük sevdası yoktu. Ateş bacayı çoktan sarmıştı. İçten içe kendini yiyordu her hac mevsimi geldiğinde. Rüyalarında Beytullah’ı, Kubbe-i Hadrayı, Mina’yı, Arafat’ı, Nur Dağını gördüğü çok oluyordu. Oluyordu ama ha dediğin zaman da Narman’a gidip gelmek kadar kolay olmuyordu.

Uzun müddet, içten içe, fokur fokur kaynayan bu arzusunu kimseye açmamış, hiç dile getirmemişti. Çünkü işin ucunda maddiyat vardı, müsaade, şartların olgunlaşması vardı. Kısaca, bu işler, imkân meselesiydi…

Allahü teâlânın bir lütfu oldu. Sütpınar’a imam olduğunun ikinci sene-i devriyesi başında kadroya geçti. Köylüler de muhtarla toplanmış, daha önceki vadettikleri “HAK” denilen ücreti aynen ödemeyi kararlaştırmışlardı. Yaz gelip hasat olunca ot, saman, tahıl ne varsa aynen verildi. Ekstra bir kazancı daha oldu. Fazlalıkları sattı, maaşından da tasarruf ederek hac parası kendiliğinden birikmiş oldu…

Düne kadar dile alamadığı bu aşkını, hanımı Hayriye Hanımefendisine açınca memnuniyetle karşılandı, daha fazla teşvik etti. Evde yeni bir muhabbet başlamıştı. Ailecek çok seviniyorlardı. Rüyaları hakikat oluyordu elhamdülillah. Ne demişti hocası: “Oğul isteyeceksin! Kalpten yanarak, bütün hücrelerinle yalvararak talep edeceksin ki kavuşasın! Rabbim, vermek istemeseydi, istek de vermezdi…”

Bir gün o mübarek hocası, istek ve arzunun doruğa çıkmasını şu misalle anlatmıştı:

“Talebenin biri, hocasına gelmiş; ‘Ah hocam! Ben sizi pek seviyorum ama rüyalarımda hiç göremiyorum, niçin acaba?’ demiş. Hocası da; ‘A evladım kolay! Şu dediklerimi yap gel konuşalım. Evine gittiğinde çok tuzlu peynirle bir o kadar da tuzlu ekmek ye. Öyle tuzlu olacak ki sanki tuz yiyormuşsun gibi olmalı. Sonra da su içmeden yat… Tamam mı, anlaşıldı mı?’ diye de sıkı sıkıya tembihlemiş. Talebesi de, ‘peki…’ diyerek hocasının tavsiyelerini aynen tatbik etmiş… Gece sabahlara kadar şırıl şırıl akan nehirler, coşkun şelâleler, fışkıran gözeler, billur gibi serin pınarlar, uçsuz bucaksız deryalar görmüş, durmuş. Sabah olunca hemen hocasının yanına koşmuş. ‘Efendim buyurduklarınızı aynen yaptım ama sizi yine göremedim. Sabaha kadar deryalarda kulaç attım, buz gibi kaynakların başından ayrılmadım. Sadece sizsiz, sularla dolu rüya... Nereye baksam su. Her tarafım derya deniz…’ deyince hocası asıl söylemek istediğine sıra geldiğini düşünerek şöyle buyurmuş: ‘İşte evlat, tuz yiyip suya hasret duyanın hâli gibi olmak lazım ki, o arzu ettiklerine kavuşasın. Onlar da seni yalnız bırakmasın. Maksadın o zaman hasıl olur. Samimi arzu ve aşk-ı muhabbetten dolayı yanıp kavrulmak lazım…”

Şimdi hatırlayınca “Ah Hocam ah! Biz zavallıların nefislerini bizden daha iyi tanıyorsunuz…” demiş, hocasını şükranla yâd etmişti. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.