YILMAZ ÖZTUNA

A -
A +

Bir yurt içi seyahatine çıkmam gerekiyordu; bu seyahate O’nun iştirakinin de isabetli olacağını düşündüm. Dâvet etmek için aradım. 1969’da siyasete girdikten sonra Ankara’da mukimdi. Sabit telefon her zamanki gibi fazla çalmadan hemen açıldı. Kendimi tanıttım "Buyurun azîz üstadım" dedi. Hakîki İstanbullu olmanın ve Türkçeyi çok güzel konuşup-yazmanın kazandırdığı seçkin üslupla bir defa daha layık olmadığımız bir hitaba muhatap olmuştuk. Bir keresinde yine böyle mukabele ettiklerinde mahcubiyetimizi dile getirince "Biz, Bâb-ı âli’de Üstadlarımızdan böyle öğrendik" demişti…

Şu hâlde günümüzle mukayese edersek nasıl ki bugün "Sosyal medya" denen iklimde bataklıklar ve gül bahçeleri varsa o günkü Bâb-ı âli denen matbuat, basın dünyasında da varmış.

Arama sebebini arz edince, telefonda hafifçe güldüğünü hissettim:

-Ne mümkün efendim? Şuradan kalkıp Kızılay’a gidemiyorum.

Vedalaşıp telefonu kapattık.

Aldığım habere üzülmüştüm.
Bir insanın eve mahkûm kalmasını düşündüm…

Türk tarih ve irfan âlemi olarak 10 sene evvel kaybettiğimiz bir münevverimizden hakiki bir okur-yazardan söz ediyoruz. Akıncı Beylerinden Tunalızâde Tahsin Bey’in devrimizde dek devam eden soyuna mensup evlâdlarından tam adıyla Abdullah Tahsin Yılmaz Öztuna hakkında konuşuyoruz…

Araplarda ve herhâlde İslâm kültürünün tesiriyle olsa gerek İspanyollarda olduğu gibi demek ki çok da uzak olmayan zamanlarda muhakkak ki şecere vesikası bakımından isimler, bizde de böylesine zengin şekilde verilirmiş. Babasının adının Mehmed Muhiddin Öztuna olması bir yana annesininki Ayşe Emine Süreyyâ Öztuna’dır. Eşi Hadice Doğu Hanım ile birlikte önce kız, sonra da erkek çocukları olunca geleneği devam ettirerek onlara Ayşe Süreyyâ Hanzade ve Mehmed Nureddin Oğuzhan ilk isimleri verilmiştir…

Yukarıda naklettiğimiz telefon görüşmesini yaptığımızda Üstad tarihçi 75 yaşındaydı. Demek oluyor ki 2005 yılıymış. Son konuşmamız olmalı.

İlk konuşmamız ne vakitti?

Onu hatırlamıyorum ama ismiyle ilk karşılaşmamı anlatabilirim…

1965 yılıydı. İstiklâl Ortaokulu’nda okuyordum. Devrin Adana’sındaki Kuruköprü semtinde bir gazete kulübesi vardı. Bir gün orada asılı mecmualar arasında biri dikkatimi çekti. "Hayat Tarih" ismindeki bu derginin kapağında bir donanma resmi vardı ve Yahya Kemal’in şu beyti yazıyordu:

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?

Barbaros belki donanmayla seferden geliyor!

Mecmuayı satın aldım ve okumaya başladım. Künyede umumi neşriyat müdürü "T. Yılmaz Öztuna" diyordu. Farkında değildim ama böylece istikbaldeki bir dostumla tanışmış oluyordum.

Hayat Tarih, 1965’te neşriyat âlemine girip, 1982’de kapanmış olan yüksek kaliteli aylık bir dergiydi. Kapandıktan sonra muhtevası, yüz bini aşan tiraj ve satışıyla o çapta bir tarih dergisi uzun müddet çıkamadı. Yılmaz Öztuna, bu dergiyle yeni nesillere tarihi sevdirdi.

Velûd bir kalem olan müellif, ilk şöhretini Hayat Tarih Mecmuasıyla yapmıştı. Bunu pekiştiren "Türkiye Tarihi" oldu. Şevket Rado’nun Hayat yayınlarından çıktı. Adı geçen tarih, 12 Cild ve küçük boydu. 12. Cildde Abdülhamid Hân’a hayli geniş bir bölüm ayrılmıştı. Burada yazdıkları çok ses getirdi. Resmî ideoloji ve kasıtlı veya kısır aydınlar, bu Hakan hakkında "Kızıl Sultan" ve "müstebit" diye söz ediyorlardı. İftira, on yıllardır okullardaki tarih kitaplarında yer alıyordu. Gerçi Necip Fazıl "Ulu Hakan" ve Nihal Atsız da "Göksultan" diye mağdur Padişah hakkında övücü eserler yazmışlardı. Fakat ilk defa namuslu bir tarihçi, tarafsız bir zaviyeden hakkı teslim ediyordu. Abdülhamid Hân’ın isminin lekeden kurtulmasında Yılmaz Öztuna’nın kıymetli bir payı vardır. Türkiye Tarihi, daha sonra Ötüken Neşriyat’ta yine 12 Cild olarak büyük boy basıldı. Müellifin Devletler ve Hanedanlar gibi hacimli 5 cildlik bir eseri daha vardır. Bunların dışında da çok eser vermiştir. Yavuz Sultan Selim, Avrupa Türkiye’sini Kaybımız, Bir Darbenin Anatomisi muhakkak okunması gereken kitaplardır. Türkiye gazetesinde de uzun seneler haftalık tarih sohbetleri yazdı ve başyazılar kaleme aldı…

Yılmaz Öztuna, içi boş akademik unvan sahibi olmak yerine, içi dolu, okunabilir, istifade edilebilir değerli eserler üretmiştir.

Abdülhamid Hân’ı, Hânedanı "yetki ile" temize çıkarmaya muvaffak olmuş, Bir Darbenin Anatomisi’nde cunta elebaşı Midhat Paşa ve şer ortaklarının Abdülaziz Han’ı nasıl şehîd ettiklerini, bunların gerçekte nasıl kimseler olduklarını vesikalarıyla gözler önüne sermiştir. Buna mukabil Tanzimat’ın mason Sadrazamı Mustafa Reşid Paşa ile O’nun yetiştirmesi ve yoldaşları Fuad Paşa ve M. Emin Âli Paşa’ya toz kondurmaz. Bunları kendisine soracak fırsatım maalesef olmadı.

Bunun gibi bazı nakil ve hükümlerinde hataları vardır. Şu var ki Yılmaz Öztuna imzasını taşıyan hiçbir fikrî mahsulü olmasa Yavuz Sultan Selim adlı eseri O’na yeter diye düşünüyoruz.

Müellif, 1930’da Fatih’in Vezneciler semtinde dünyaya gelmiştir. İstanbul Türkçesine bihakkın vâkıf ve onu güzel kullanan üslûb sahibi şahsiyetli bir yazardı. Eserlerini okuyanlar sadece tarih zenginliği kazanmaz, Türkçelerini de geliştirirler.

Kaderin cilvesine bakmalı ki ismini hakaret ve iftiradan kurtardığı Hakan Halife’nin 10 Şubat 1918’de vefat etmesi gibi; O’nun da kalem, elinden 9 Şubat 2012’de düştü, 10 Şubat'ta Cuma günü Büyük Hükümdar Fatih Sultan Mehmed Hân’ın huzurundan ahirete uğurlandı. Zincirlikuyu Kabristanı’nda medfundur.

Yazdıkları, amel defterini kapatmayan eserler olsun inşallah…

Bilhassa son 20 senede nice güzel insan, Türkiye gazetesinden, aramızdan ayrılıp bizleri "yetim-i akran" bıraktılar…

İyiler, iyi atlara binip gittiler!

Cümlesine rahmetler olsun.

Sırada kim var acaba?

Hüve’l bâkî!..

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.