Yapayalnız kaldım kendimle

A -
A +
 “Örnek alıyoruz” dedikleri adam (ben) iki gözü iki çeşme ağlıyordu önlerinde...
 
 
Köfte yemek için gittiği restoranda tesadüfen babamın askerlik yaptığı bölgede olduğumu anlayınca yaşadığım heyecanı ve anlatılamaz duygularımı anlatmaya bugün de devam ediyorum...
Restoran sahibi adam merak ettiğim ikinci soruyu da bilmişti… Doğruydu. Kavunlu komik hikâyeleri çok dinlemiştim rahmetli Topçu Teğmen olarak Kıraç’ta görev yapan babamdan.
Yutkunmaya başlamıştım, dolan gözlerimden yuvarlanan yaşlara engel olamıyordum. Arkadaşım şaşırmıştı, “yahu yapma filan” deyip duruyordu. Yanımızdaki genç yöneticiler şaşırmıştı... “Örnek alıyoruz” dedikleri adam iki gözü iki çeşme ağlıyordu önlerinde… Lokanta sahibine dedim ki:
-Beni o topların olduğu yere götürür müsün?
Çıktık köfteciden… Kısa bir mesafe sonra eski yüzlü bir fabrikanın önünde durduk... Sağı solu uçsuz bucaksız araziydi... İleride çok katlı toplu konutlar görünüyordu…
-Top çukurlarının olduğu arazi buralarıydı. ‘Baban bu topraklarda yapmış hizmetini, Allah rahmet eylesin’ dedi.
- Babamın anlattığına göre sazlık bir dere varmış buralarda?
-Vardı, dedi adam... Çocukluğumuzda bile kuruyordu... Kayboldu gitti zamanla.
-Bak birisi hâlâ orada...
Eliyle ileride belli belirsiz görünen top çukurunu işaret ediyordu. Çamurlu toprakta tereddütsüz yürüdüm, neredeyse kapanmış olan devasa çöküntünün başına. Hayatımdaki en güzel ve hüzünlü tesadüfü soluyordum… Yıllarca gece uykularımdan önce yanına yatıp gözlerimi aça aça dinlediğim maceralarının yaşandığı yerdeydim.
Bir öğleden sonrasıydı. Birkaç bulut koşturuyorlardı uzak İstanbul semalarında. Güneş çekingen huzmelerini kıvrak çalımlarla gönderiyordu aralarından. Issızlığımın ortasında yapayalnız kaldım kendimle…
Küçük bir yeşilliğe çömeldim... Onu ne kadar özlediğimi düşündüm. “Bir keresinde soluk bir fotoğrafını gösterdiği Pamuk isimli atının üzerinde, mermer bir abide gibi dikilen, bana benzeyen süvariyi görür müyüm?” diye yüreğim parçalanıyordu.
Minik papatyalar fışkırmıştı ıslak topraktan, birkaç mavi mine nazlanıyordu hafif esintinin önünde. Bir öğleden sonrasıydı Kıraç’ta, küçük kuşlar kanatlanıyorlardı çiçekli tarlaların içinden, ben oradaydım, kısa pantolonlu bir oğlan çocuğu gibi merakla, ‘oraya buraya sinmiş bir gülümsemesi kalmış mıdır’ diye köşe bucak bakınarak, yetmiş küsur yıl önce bastığı, “Sahra Çadırını” kurduğu topraklara el sürüp sessizce ağlayarak…
          Hakan Kınay
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.