"Sana anneni verdim ya!.."

A -
A +
“Yanına gidip her zaman yaptığım gibi elbisesinin bel kuşağını çekiştirmeye başlamıştım..."
 
Size babaannemden bahsetmiştim biliyorsunuz… Hani şu 1906 Üsküdar doğumlu, 1930'ların Türkiye'sinde iki kız çocuğu ile dul kalan; Sultan Reşat’ın Cuma Selamlığına giden saltanat arabalarını, Çanakkale Savaşı zamanlarında komşu evlerden yükselen şehadet haberi çığlıklarını yaşayan Osmanlı kadını Hafize anneannemden… İşte ondan yine bir hatıra paylaşıyorum…  
Anneler günüydü… Eşofmanımın cebinde yarısı dışarıda duran, babamın anneme vermem için aldığı büyük boy krem tüpüyle dolanıp duruyordum evin içinde.
Çocuksu bir sürprizin çalımlı reveranslarında depreşirken ev halkı gülüşüyordu halime.
Annem hediyesini aldıktan sonra beni öpmüş; "Bakın ben de oğluma ne aldım" diye birdenbire elinde beliren mavi renkte süveteri üzerime giydirmeye başlamıştı.
Ben kaçmaya hamle ettikçe elimden kolumdan çekiştirmiş, sonunda yine başarmıştı.
Babam elindeki Meydan Larousse fasiküllerini toparlarken; “Zaten babalara hediye gelmez, babalar gününü akıl edememişler” diye söyleniyor, ablam, her zaman olduğu gibi bir köşeye çekilmiş elindeki resim kalemlerini evire çevire somurtuyordu.
O ise; koltuğun kenarına âdeta ilişmiş gibi dik oturuşu ve yüzünü anca aydınlatan sfumato gülümsemesiyle (sfumato tekniği: 15. yüzyılda yağlıboyanın keşfedilmesi sonrasında ortaya çıkan bir teknik) bir Mona Lisa edasıyla seyrediyordu olan biteni...
Belli belirsiz çekinirdim anneannemden... Bazen, annemi sinirlendirdiğim zamanlarda, bakışlarının altında keskin bir bıçak gibi parlayıp sönen hiddeti yakalardım. Kızını üzdüğüm, tükettiğim için gizliden içerlediğini sanki özellikle belli etmek isterdi bana; “Üzme anneni üzme, sonra çok üzülürsün...” diye mırıldanırdı. O günlerde bile hissettiğim, sürmeli gözlerinin ardına sinen o gece karası öyküleri okuyamaz, yorgun nazarlarından süzdüğüm yaşayış kırıklıklarını, kulak kabarttığım bezgin çığlıklarını bir türlü isimlendiremezdim. Yanına gidip her zaman yaptığım gibi elbisesinin bel kuşağını çekiştirmeye başlamıştım:
-Sen ne vereceksin bana anneanne?
Gözlerini odanın içinde gezdirip sonra bana çevirmiş, o asil gülümsemesiyle donuk bakışlarını hafifçe canlandırmış, uzun parmaklarını kızıl saçlarımın arasında gezdirmişti. Böyle anlarında aşina olduğum müşfik ve düşünceli tavrıyla, arkasındaki çikolata kutusuna doğru uzanırken, hayatım boyunca unutmayacağım o sözleri söylemişti kulağıma.
“Sana anneni verdim ya!..”
     Hakan Kınay
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.