Dönüp el sallıyorum kendime!..

A -
A +
Bana anlattığı hikâyelerden çok, “bil bakalım sana ne vereceğim” demesini beklerdim...
 
Öğleden sonraları pamuk helvacı geldiğinde başına üşüşen kız çocukları, pembe bir yumağı burunlarını değdire değdire yemeğe başladıklarında Taşlıbayır’dan inen esmer macuncu, Tüzman Apartmanının köşesinde, oğlanların iştahlı siparişlerinde kırmızı mavi yeşil sarı macunları ince tahta çıtalara dolamış olurdu…
Binbir hengâmenin yorgunluğunda soluk soluğa kalan sokağımız akşam saatlerinde işten dönen babaların, ekmek paralarını hak etmiş ter kokan o namuslu adamların ağır adımlarını da sırtlayıp karanlığın çökmesiyle ıssızlaşmaya başlardı…
Yaz geceleri soluk sokak lambasının gölgeler peydahlayan oyuncu neşesine imkân veren deniz kokulu esintilerin uğradığı evimizin camında babaannemle otururdum…
Bana anlattığı hikâyelerden çok, birazdan “bil bakalım sana ne vereceğim” demesini beklerdim heyecanla…
Beni kucağından bırakmadan, elini uzatıp kendine çekerek içinden gofret çıkaracak olduğu teneke kutunun görünmesini sayıklardım içimden. Sabah güneşlerinde kollarımda parlayan tüylerimin renginden olacak, “Rabbim altın tozu serpmiş oğlumun üzerine. İleride deniz paşası olacak benim çocuğum” diye sevdiği torununa pek düşkündü Belkıs Hanım.
Beni yatırmak için yanımıza gelen anneme,
-Yarın Muammer’den yer elması alalım kızım, oğlan seviyor, diyen tombul yanakları, ak gerdanı gül yaprağı kokan kadın…
Büyüklerin söylediğine göre muazzam yemek yapan, elinden lezzet damlayan, bezelye yemeklerini, boğazına kaçmasın diye ezerek yemeye çalışan; geceleri yatmadan önce takma dişlerini, başına çöküp ilgiyle izlediğim su dolu bardağa koyan; Haydarpaşa Numune Hastanesinde hayata gözlerini kapayan, babaannem Belkıs Hanım...
Bu Yeldeğirmeni gezileri pek dokunur oldu yaş aldıkça… Gitmesem içime sığmıyor, gitsem bir başka hüzün… Her sokakta bir anı, her köşede takılı kalmış bir nefes, her adımda tanıdık bir koku…
İnanmaz kimse… Kendimi koşarken görüyorum bazen Arnavut kaldırımlı bayırdan aşağıya… Paytak attığım adımlarımla yıldırım gibi geçiyorum yine kendi önümden… “Koş haylaz koş!” diye sesleniyorum peşimden… Dönüp el sallıyorum kendime!..
Askıdaki tablaları ve ağır adımlarıyla yokuşu tırmanan yaşlı yoğurtçu kenara çekiliyor telaşla…
Dolan gözlerimle gülümseyip sarılıyorum çilekeş omuzlarına;
“Daha çocuksun sen... Oynayıp, koşacaksın elbet” diye fısıldıyor kulaklarıma…
           Hakan Kınay
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.