‘Millî’ eğitimde işe nereden başlamak lazım?

A -
A +

Dor. Dr. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Ülkemiz, zorlu bir coğrafyada olması sebebiyle tabii olarak zorlu şartlarla karşılaşmakta, genç bir nüfusa sahip olmasıyla da dünyada ilgiyle takip edilmektir. Sahip olduğumuz bu genç nüfus, hızla eriyen Batı dünyasının imrenerek baktığı bir tablodur. Benzer şartlara sahip olmak istiyorsalar da aile kurumunun bitmeye yüz tutmuş olduğunu ve gençlerini yaşadıkları topraklara belli bir aidiyet duygusu ile de yetiştiremediklerini görmektedirler. Bu sebeple; kurdukları düzenlerini, hiç tükenmeyeceğini zannettikleri maddi zenginlik ve refah üzerine inşa etmekteler ve bununla da payidar olacaklarını zannetmektedirler. Oysa bir yapının devamını sağlayan gücün kültür ve medeniyet telakkisi olduğunu geç de olsa anlamaya başlamışlar, esas gücün ise insanın iç huzuru ve mutluluğu olduğunun farkına varmışlardır. Batı dünyası maddi zenginliklerini, sahip oldukları bilim ve teknoloji sayesinde elde etmekte fakat bu refah, duygusuz ve hiçbir kutsalı olmayan, materyalist bir gençliğin yetişmesine de engel olamamaktadır. Kısacası; buradan baktığımızda onlarca yıldır taklit etmeye çalıştığımız Batı’nın fotoğrafı budur. Aslında daha onlarca sayfa ile Batı’nın sürüklendiği bataklığı ifade etmek mümkündür fakat biz şimdi kendimize dönelim.
“İyi yetişmiş gençlik” tabiri eğitimle doğrudan alakalı bir söz olduğu için bulunduğumuz bu günlerde de doğal olarak hep eğitim tartışılmakta, hatta bu konu güvenlik kadar önem arz etmektedir. Eğitimin hayati derecede ehemmiyet arz etmesi ise gelişmiş veya gelişmekte olan bir topluluk için çok önemlidir. Çünkü sahip olduğunuz gücü ve potansiyeli sürekli güvenlik doneleri ile ayakta tutamazsınız. Güvenlik mevzusu da aslında eğitimin sonuçları ile alakalıdır. İyi eğitilmiş, insan odaklı bir toplum tablosu güvenlik endişelerini geri plana iter.Eğer bir yerde kavga varsa bu kavga çok büyük bir ihtimalle iletişimsizlikten kaynaklanır. Hatta terör dediğimiz illetin müdavimleri de çoğunlukla kendini ifade edemeyen sapık ruhlu kimselerin yeltendikleri acımasız yöntemlerdir. Yoksa eşrefi mahlûkat olan bir insan hemcinsinin canına niçin kıysın ki? Bu ya üstünlük kurarak tek güç olma sevdasının tezahürüdür ya da psikolojik bir travmanın işaretidir. Tek güç olan insanlar ise emirle ve kaba kuvvetle üstünlük kurmayı anlayış hâline getirmiş, hiçbir kutsalı olmayan, sadece maddi tarafının derdine düşmüş kimse demektir. Bu şahsiyetlerin de yaydıkları korku ve endişe ortamları, kısa ömürleri ile sınırlıdır. Fakat ardından bıraktığı güzel eserlerle uğruna gözyaşları akıtılan, yokluğu acı/varlığı mutluluk olarak terennüm edilen kimseler de tarihte hep bir gurur abidesi olarak hatırlanmıştır. Burada tarif edilen iki insan profili de onun yaratılış gayesinin idrak seviyesiyle alakalıdır. Atalarımızın da söylediği gibi “merkep ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri”… Başkalarının akıttığı gözyaşlarından ve kederden mutluluk duyan bir kimse kadar, gece gündüz onun mutluluğu için yorulan ve ter akıtanlar da eğitimin bir nişanesidir. Herkes eğitim merhalesinden geçer fakat biri başkaları için iyilik yaparak eser bırakma gayreti gösterirken diğeri nefsinin esiri olmuş ölüm makinelerine dönüşebilir ve telafisi mümkün olmayan zararlara sebep olabilir. Zira güneşten biber de elma da aynı derecede istifade eder fakat biri aldığı enerji ile tatlılaşırken diğer acılaşır. Bir toplum açısından eğitim hayati öneme sahiptir. Bu sebeple mutlu ve huzurlu toplumların devamı için en büyük vazife de eğitime düşer. Dolayısıyla da eğitim konusu hep konuşulmaya devam edilecek, gerçekleştirilmeye çalışılan politikalar ve çalışmalar da yerine göre eleştirilecek yerine göre de takdirle karşılanacaktır. Yeter ki amaç üzüm yemek olsun bağcıyı dövme değil… Fakat en tehlikeli şey; “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla sürekli pembe tablolar çizmek ve yapılan yanlışları halının altına süpürmek olacaktır. Bu şekilde davranmak ise büyük vebal olduğu gibi hiç kimseye de mutluluk getirmeyecek belki de sonuçları, telafisi mümkün olmayan bedellerin ödenmesine vesile olacaktır. O zaman da bu toprakların gelecek nesillerine verilecek hesabın terazideki bedeli ağır olacaktır.

EĞİTİMDE YENİ ÜMİTLER
İçerisinde bulunduğumuz bugünlerde devlet adamlarımız eğitimle ilgili önemli kararlar alarak milletinin refahı ve mutluluğu için çalışmaya devam etmektedirler. Bu mevzulardan belki yukarıda da değindiğimiz gibi en önemli konulardan biri, Millî Eğitim Bakanlığımızda gerçekleşmiştir. Devletimizin kuruluşundan bu günlere kadar birkaç istisna hariç eğitim kökenli, eğitimin problemlerini hem teorik hem de pratikte yakinen bilen bir eğitimcinin bakanlık makamına getirilememiş olması eğitim adına ciddi bir problem olarak kalmıştı. Özellikle herkesin çok şeyler söylediği fakat gerçek tespitleri yapamadığı eğitim mevzuunda sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk hocadan beklentiler çok fazladır. İsmi ilk duyulduğunda eğitim konusu ile uzaktan yakından alakası olan herkesin heyecanlandığı bir isim olan Sayın Bakanı, eğitim konusunda çok ciddi problemlerin beklediği de her eğitimcinin malumudur. Özellikle öğrenme stilleri ve bireysel farklılıklar konusunda doktora tezimi hazırladığım günlerde sayın bakanın bu konulardaki fikirlerinden çok istifade ettiğimi ve tez hazırlama sürecinde bu fikirlerin araştırmama ciddi katkılar sağladığını da ifade etmeyi hep bir borç bilmişimdir. Hatta hocanın, katıldığımız konferans ve söyleşilerinde dile getirdiği eğitim üzerine tespitleri ve çözüm önerilerinin de bütün eğitimcilere heyecan kattığını çok yakinen defalarca görmüşümdür. Sayın Bakan her ne kadar eğitim konusundaki eksikliklere ve sıkıntılara vâkıfsa da bir eğitimci akademisyen olarak bazı konuları tekrar bütün eğitim paydaşlarının bilgilerine sunmayı da bir borç biliriz. Zira atalarımızın da dediği gibi: “Et-tekrârı ahsen velev kâne yüz seksen” (Yani tekrar iyidir velev ki 180 kere olsa da)…

PROBLEMLERİ ÇÖZME ZAMANI
Eğitim üzerine Türkiye gazetesinde daha önce çok defa eğitimdeki aksaklıklar ve çözüm tavsiyeleri üzerine yazılar yazdık. Özellikle eğitimcilerden çok ciddi geri dönüşler aldığımızı da ifade etmek isteriz. Tebrikler, tavsiyeler, “içimize su serptiniz, söyleyemediklerimizi söylediniz” gibi çok önemli terennümlerin dile getirildiğini de gördük. Dolayısıyla daha önceki makalelerimizde dile getirdiğimiz mevzulara ait tespitlere de yer vererek eğitim adına gerçek ihtiyaçlar üzerinde durmaya devam edeceğiz. Eğitim üzerine geçmişten bugüne artarak çoğalan problemlere artık neşter vurma zamanı gelmiştir. Eğitimin gerçek problemleri, şu ana kadar farkına varılamayarak da olsa ihmal edilmiş mevzulardır. Fakat önümüzde dik bir yokuş vardır. Yol, bozuk ve engebeli, yük ise hassas ve değerlidir. Daha da önemlisi, bu kıymetli yükü taşıyacak aracın motoru eski ve de bozuk…  Bu dik yokuşun, yüke de zarar vermeden en emniyetli biçimde geçilmesi gerekiyor. Yokuşu çıkamayıp yarı yolda kalan aracın geriye doğru kaçma ihtimali de vardır ki bu çok ciddi zayiatlara sebep olabilir. Onun için her şey aracın motorunda bitiyor... Dolayısıyla burada da belirttiğimiz gibi bir araçta motor neyse bir eğitim sisteminin felsefesi de odur. Pozitivist bir anlayışla buraya kadar geldik fakat artık bu motor bu gövdeyi taşımıyor. Acilen tedbir alınmalıdır. Bu konuya daha önceki yazılarımızda da değinmiştik.
Eğitim sistemimizin belki de en elzem mevzularının başında dil (lisan) meselelerimiz gelir. Öncelikle lisan (dil) meselelerimizi halletmeden eğitime girişmek tarlayı sürmeden tohum ekmeye benzer ki tohum, yeşermeden ya çürür ya da diğer canlılar tarafından toplanır. Çünkü dil ve edebiyat alanında fakirleşmiş bir eğitim sisteminin başarıya ulaşma şansı kesinlikle yoktur. Öğrenme ile eğitim arasındaki farkın en bariz ortaya çıktığı yerlerin başında bu mevzu gelmektedir. Zaman zaman talebelerimiz de bize soruyorlar; “yani hocam, şimdi sokakta atalarımızın dilini mi konuşacağız, buna ne gerek var?” Onlara cevaben diyoruz ki; “Biz, dilimize sahip çıkmayı sadece sokakta konuşmak için değil geçmişte yazılmış milyonlarca eserle irtibat kurmak için de istiyoruz. Eğer bir milletin çocukları, yüzlerce yıldan beri yazılmış çok kıymetli eserlerle irtibatı birinci elden kuramazsa başkalarının tercümesiyle bunu sağlamak zorunda kalacaktır ki bu, beraber yaşadığı dedesini anlamak için evde tercüman bulundurmaya benzer. Bu şekilde kurulan bir iletişimden de ne sıcaklık hissedilebilir?” Dünyada her millet, ecdadının yazdığı eserlerle doğrudan iletişim kurabiliyorsa bu toprakların çocuklarından biz bunu niçin esirgeyelim? Bu sebeple nitelikli, kaliteli ve gerçek bir eğitim, başarılı bir dil hassasiyetinden geçer. Ayrıca günümüzde, değerler eğitimi noktasında çok hassasiyetle durulduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda; kendi öz dilimizi ve kültürel zenginliklerimizi tekrar canlandırmak için ilk kademelerden itibaren Osmanlı Türkçesi öğretimine ehemmiyet verilmesi elzemdir. Zira dilimize ait tozlu raflarındaki milyonlarca bilgi, belge ve eserin sadece bu meseleyi dert edinmiş bir kısım araştırmacıya açık olması da millî değerlerimiz ve kültür hassasiyetimiz noktasında bir ayıptır. “Ne yapalım bu belgeleri sadece araştırmacılar okuyabildiği için onların hizmetine sunuyoruz” şeklindeki serzenişler ise “özrü kabahatinden büyük” özlü sözü hatıra getirmektedir. Bu sebeple; kaybolan vazgeçilmez değerimiz olan “dilimiz/lisanımız” üzerine Millî Eğitim Bakanlığı’nın Türk Dil Kurumu ile ortak proje çalışmaları yapması bir milleti kurtaracak kadar ehemmiyetli neticeler ortaya çıkaracaktır. Zira dil adı altında temelsiz, mesnetsiz ve dayanaksız biçimde uydurulan kelimelere bu kahraman milletin evlatlarını daha ne kadar esir bırakacağız? (Bu konuda Sayın Numan Aydoğan Ünal Bey tarafından kurulan ve kilit taşı niteliğindeki ilim insanlarının mükemmel tespitlerine yer verilen “Türk Âlemiyiz” adlı web sitesini de bütün okuyucularımıza tavsiye ederiz).

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.