Türk dostu Fransız’dan kayıp kültürümüze dair tespitler

A -
A +

Numan Aydoğan Ünal

 

turkdunyasi@hotmail.com

 

 

 

Türkler hakkında “Dünyada hiçbir kimse onun kadar hürmet edilmeye layık değildir” diyen Fransız yazar Claude Farrére, buna rağmen Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da gördüğü manevi çöküşü dehşetli cümlelerle anlatmış, yapılan değişimlerin “milleti kökünden kopardığını” yazmıştır.

 

 

 

Fransız Farrére “Türkiye, ananesiyle, idealiyle ve faziletleriyle, örf ve âdetleriyle, Osmanlı Türklerinin Türkiye’sidir. Yeni Türkiye ise bu temeli bir tarafa bırakıp her şeyi bir tarafa atıp işe en aşağıdan, sıfırdan başlıyor” demiştir.

 

 

 

“Türk mahallelerinde ne ağlayan bir kadın sesi duyulur ne de ağlayan bir çocuk vardır.”

 

 

 

 

 

Samimi bir Türk dostu olan Claude Farrére (1876-1957), dünyaca tanınmış Fransız romancı ve hikâyecidir. Hayata deniz subayı olarak başladı ama 1919’da ordudan ayrılıp kendini tamamen edebiyata verdi. Doğu ülkelerine birçok seyahat yapan Farrére, 1902’de ilk defa İstanbul’a geldi. Gördükleri karşısında Türkiye’ye ve Türklere büyük sevgi besledi. Bundan ötürü de Cağaloğlu’ndaki bir caddeye “Klod Farrer” ismi verildi.

 

Onun Türkler hakkında iki eseri vardır: “Türk Şuuru” ve “Türklerin Manevi Gücü”. Bu iki eserde kültürümüze ve buna vurulan darbelere dair mühim satırlar yer almaktadır.

 

 

TÜRKLERİN ŞEFKAT VE MERHAMETİ

 

 

Farrére, kitaplarında Türklerin şefkat, merhamet ve asaletini her vesileyle dile getirmektedir. Bu husustaki bazı tespitleri şöyledir: “Sandalımız rıhtımdaydı. Gemimize dönmek üzere üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa, bir tekir kedi peyda oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşların biri: ‘Hele bak, bir Türk kedisi!’ dedi. Evet bizden korkmadığına göre, hiç şüphesiz bir Türk kedisi idi. Gerçekten, İstanbul’un kedileri çok bariz şekilde ikiye ayrılır: Müslüman mahallelerinde yaşayan Türk kedileri -bu mahallede herkes hayvanlara karşı daima iyi davranır- ve Rum yahut Ermeni kedileri; bunlar reâyâ mahallelerinde yaşar; buralardaki Doğu Hristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar, zayıf olan her şeye karşı alçakçasına zalim davranırlar. Bu mahallede yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez, selameti kaçmakta bulur. Tophane’deki tekir kedi, bir Türk kedisi idi.”

 

 

İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN ZULMÜ

 

 

“1910 yılında, İstanbul köpeklerini ortadan kaldıran o korkunç, menfur katliamı hatırlatmaya lüzum yok. Ancak, bu aptalca cinayetten Türkleri, gerçek Müslüman Türkleri tenzih etmek yerinde olur. O devir, Osmanlı imparatorluğunu süratle mahva götüren İttihat ve Terakki Komitesinin istibdat devriydi ve bu zararsız yüz bin köpeği ortadan kaldırmaya karar veren İstanbul Belediyesi âzâsı; çok çeşitli unsurlardan meydana geliyordu ve bunlar arasında Türkler ekseriyette değildi.”

 

Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin son devrinde “İttihat ve Terakki” idareyi ele geçirince halka çok zulüm yaptı. İttihat Terakki’nin astığı astık, kestiği kestikti. Koskoca Osmanlı Devleti’ni on senede darmadağın ettiler. Sebep oldukları savaşlar ve göçler neticesinde yüz binlerce insan perişan oldu.

 

Münevver Ayaşlı da bu hususta şunları söylüyor:

 

“İstanbul’da İttihat ve Terakki’nin bir ‘Şehremîni’, yani Belediye başkanı vardı; kedi, köpek düşmanı Cemil Paşa! İstanbul halkı çok merhametli ve kedi köpek severdi; hattâ kapılarının önüne, sahipsiz köpekler için bir kap yemek ve su koyarlardı. İşte bu Cemil Paşa, belediye çavuşlarına köpekleri toplattırıyor, Marmara Denizi’ndeki Hayırsız Ada’ya yolluyordu. Aç susuz kalan bu hayvancıklar birbirlerini yemeye başlamışlar. Köpeklerin bağrışmaları, ulumaları, iniltileri Anadolu yakasından bile duyuluyormuş.

 

Bu hayvanların bağırmaları ve iniltileri zamanla azalarak kayboldu. Bütün hayvanlar açlıktan ve susuzluktan öldüler. İstanbul halkı buna çok üzülüyordu; ancak İttihat ve Terakki’nin korkusundan ağzını açamıyordu. İşte İstanbul halkı, Balkan Harbi’nin bir savaştan ziyade bir felaket, bir facia hâlini almasını ve koca Rumeli’yi kaybetmemizi, köpeklere yapılan bu zulüm ve işkenceye bağlıyordu. Nitekim bu felaket ve facialar art arda yağmaya başladı.”

 

 

ANKARA’YA İLK SEYAHAT

 

 

Claude Farrére, başkent olduktan sonra ilk Ankara seyahatindeki menfi intibalarını şöyle kaydediyor: “Henüz Ankara’yı görmediğim sıralarda bana bu şehirden çok bahsettiler. Öyle ki, gitmek mecburiyetini duydum. Şüphe yok ki, bir memleketin en verimsiz, en yaşanmaz yerini hükûmet merkezi seçmek, belki stratejistlerce uygun görülür ama herhâlde iktisatçılarca değil! Şunu unutmamalıyız ki, içinde yaşadığımız şu asırda, modern dünyayı şekillendirecek olanlar iktisatçılardır; stratejistler ise eski çağların insanlarını taklit etmekten öteye gidemezler.

 

Şehir bütünüyle çirkin. Birkaç mahallesini hiç hesaba katmıyorum. Türk Ocağı binasına çok para harcanmış ama korkunç derecede o da çirkin. Kısacası yeni Ankara zevksiz ve ruhsuz, sun’î bir şehir. Atmosferi yok. Her yeri dolaştım. Birçok kimseyle temas ettim ama daima hayal kırıklığına uğradım. Ziyaret ettiğim her ev, sanki rastgele oraya kuruluvermiş bir çadır hissini verdi bana. İçindekiler de sanki benim gibi turistlerdi. Roma ve Washington dâhil, dünyada hükûmet merkezlerinin en milliyetçisi olan bu şehirde, bana, Türkiye’de olduğumu belirten hiçbir işarete rastlamadım.”

 

Farrére’nin o devirde Ankara’da konuşulan Türkçeye dair yorumları da dikkat çekici: “Kadınların kendi aralarındaki konuşmaları bile, insana Türkiye’de olduğu intibaını vermiyor. Ankaralı hanımlar, Parisli, Berlinli hanımlar gibi konuşmaya özeniyor! İçlerinde şahsî, millî olan ne varsa silinip gitmiş. Gerçek yuvalarından kopmuş, köklerinden sökülmüş insanların içindeki manevi derinliği bulmak için -elbette ki böyle bir derinlikleri var onların da- istasyona dönüp trene binmek, bu sun’î Türkiye’yi terk ederek gerçek Türkiye’yi bulmak lazım. Evet, nerede olursa olsun gerçek Türkiye’yi bulmak gerek!”

 

Nitekim Yahya Kemal de, kendisine sorulan “Ankara’nın en çok nesini seviyorsunuz” sorusuna “İstanbul’a dönüşlerini” cevabını vermiştir.

 

 

TEKRAR İSTANBUL

 

 

Claude Farrére Ankara’dan İstanbul’a döndüğünde Fransız Maslahatgüzarı ile ziyaret ettiği Sultanahmet Camii’nin ihtişamını ise şöyle dile getiriyor: “Bir akşam maslahatgüzarımız ile gecenin on birinde İstanbul’u dolaşmak geldi içimizden. Büyük camileri bu havada görmeye değer doğrusu dedik. Çok geçmeden, Sultanahmet Camii, dev bir piramit gibi şahane kubbesi ve mızrağa benzeyen dev mumlar gibi altı minaresiyle karşımızdaydı. Aslında gördüğümüz manzarayı en küçük teferruatına kadar ezbere biliyorduk hepimiz de… Ama bu kış gecesinin dolunayında, bu şahane mabet bambaşka bir güzellik kazanmıştı. Camiyi meydana getiren sayısız kubbelerin, güneşte pırıl pırıl parıldayan alemleri, kış gecesinin ay ışığında mutlak bir beyazlığa bürünmüştü. Minareler, kubbeler, bunların hepsini çeviren avlu duvarları, etraftaki selviler manzaraya inanılmaz bir asalet, dinî bir saflık veriyordu. Bu hâliyle dev mabet insanın ruhuna hitap ediyor gibiydi. Bu Müslüman mabedi, gecenin bu saatinde Allah’a kollarını açmış dev bir dua gibiydi.

 

Bu harika, 17. asrın başlarında yapıldı. O zamanın Türkleri, bizim Orta çağımızın adamlarından çok Phidias’ın çağının adamlarına yakışırdı. Saf güzelliği keşfetmişlerdi. Ankara’yı inşa edenler ise çağımızın adamları gibi her şeyi unutmuş yahut kaybetmişler. Ne yazık!”

 

 

AHLAKÎ ÇÖKÜNTÜ

 

 

Claude Farrére’nin erken Cumhuriyet döneminde Türk halkında gördüğü sosyal ve manevi çöküntüye dair yazdıkları da mühimdir. “Yeni Türkiye’yi saran en bulaşıcı, en kötü mikrop, şüphesiz siyaset mikrobu” ifadesini kullanan edebiyatçı, yazısına şu şekilde devam ediyor: “Günümüz Türkleri, kitaplarda okudukları kimselere benzemek istiyorlar. Bu bakımdan şuurlu veya şuursuz olarak komşularında meydana gelen her şeyi kopya etmişler. Biz de bunu Fransa’da gördük. Ama Türkiye’de başlayan bu din aleyhtarlığı bizdekinden çok daha tehlikelidir.

 

Ankaralı erkekler, bugün bu tehlikeli yolu seçmiş bulunuyorlar. Ankaralı hanımlar da öyle. Dün bu hanımlar inanıyorlardı, bugün artık inanmıyorlar. Hiç değilse kocaları onları böyle davranmaya zorluyor. Bu zorlamanın kadınlar üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkak. Genç kadınlara gelince… Kocalarından durmadan dinsizliğin methini dinliyorlar. Onlarda kırılan bir şey var. Bir noktayı üzülerek belirtmek isterim. Yakın bir zamandan beri Türkiye çok korkunç bir salgının pençesine düşmüş bulunuyor: İntihar salgını! Laf olsun diye söylemiyorum, Ankaralı, İstanbullu ve Türkiye’nin daha başka yerlerindeki gençler, insanı korkutacak bir çoklukla intihar ediyorlar. Hayır, ümitsizliğin, fakirliğin kendilerini ölümün kucağına attığı kimselerden bahsetmiyorum. İyi bir hayatı olan, hayatında ıstırap çekmeyen gençlerden bahsediyorum. Bunlar, sanki bir spormuş gibi kendilerini öldürüyorlar. Kendilerini, yaşayanların arasından ayıran bu çocuklar için hayat, artık mânâsını kaybetmiş bulunuyor, mesele bu…”

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de yaşanan din aleyhtarlığını şiddetle tenkit eden Claude Farrére “Bütün bunlar gerçekten çok tuhaf şeyler. Ancak ihtiyar Türkiye’yi, ananevi dininden koparmak isteyenlerin esrarengiz, hakikaten esrarengiz davranışı bunlardan çok daha tuhaf. Hem bu şekilde davranışları, yeni bir din, yahut ne bileyim herhangi yeni bir felsefe sistemini kabul ettirmek için falan da değil. Sadece İslam’ı ortadan kaldırmak için… Henüz çok saf ve sade olan bu milleti, kökünden koparmak için… Hepsi bu! Hâlbuki bu davranış, medeniyeti öldürebilir, milleti mahvedebilir. Aklı başında hiçbir insanın bu fikrimin aksini söyleyeceğini zannetmiyorum. Türkiye, ananesiyle, idealiyle ve faziletleriyle, örf ve âdetleriyle, Osmanlı Türklerinin Türkiye’sidir. Yeni Türkiye ise bu temeli bir tarafa bırakıp her şeyi bir tarafa atıp işe en aşağıdan, sıfırdan başlıyor” ifadelerini kullanıyor.

 

 

TÜRKLERİN ASÂLETİ

 

 

Buna rağmen Claude Farrére, mazlum Türklerin asâletini şöyle dile getiriyor: “Ey, ayıplanan, hücuma uğrayan, tenkit edilen, kendini koruyacak gazetesi olmayan Türk! Hakarete uğradığı zaman cevap veremeyen Türk!... Asya ve Avrupa köylerinde evlerine girip çıktığım Türk… Âh, inanın bana… Dünyada hiçbir kimse onun kadar sevilmeye, hürmet edilmeye, itibar edilmeye layık değildir. Beşeriyetin varlığıyla iftihar edebileceği ondan başka bir insan yoktur.

 

Ben Türkleri severim, çünkü sevilmeye layıktırlar. İstanbul’un Türk mahallelerinde ne ağlayan bir kadın sesi duyulur ne de ağlayan bir çocuk vardır. Ve hatta ürkek bir hayvan bile göremezsiniz. Türk namusludur, vefakârdır, dürüsttür. Katı bir görünüşü vardır belki ama zayıflara ve iyilere karşı inanılmayacak kadar yumuşaktır.

 

Her ne olursa olsun Türklerin emin bir geleceğe hakları vardır. Türk halkı hor görülecek bir halk değildir. Ben Türklerden bahsederken belki biraz hissî davranıyorum. Hadi diyelim ki benim hususi bir sevgim var. Piyer Loti gibi, ben de bu dürüst, vefakâr, sade, asil millete gönülden âşığım. Peki büyük bir otorite olan Rene Grousset’in “Asya Tarihi” adlı harikulade eserinde yazdıklarına ne diyelim! O, Türklerin hükümran olmak için yaratılmış bir ırk olduğunu yazar ve tarih boyunca kaydedilmiş başarılarını zikreder.”

 

Nitekim Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer de “Allah bu dünyayı bizim tasarrufumuza tevdi ve emanet etmiştir. Bütün emirler, hükümdarlar bizim memurlarımızdır” diyerek Türk milletinin gücünü ifade etmiştir.

 

.....

 

Kaynaklar:

 

Claude Farrére-“Türklerin Manevi Gücü”

 

Münevver Ayaşlı-“Rumeli ve Muhteşem İstanbul”

 

Pınar Dost-“Eski ve Yeni Türkiye’nin Dostu: Claude Farrére”

 

Hayat Tarih Mecmuası

 

 

 

Geniş Açı - Fikir ve tartışmada son yazılar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.