Haiti Krallarından Hatuey birkaç sadık adamıyla kaçıp Küba'ya sığınır. Ancak Avrupalılar peşini bırakmazlar ve ada ısınmaya başlar. Kaçak kral "neler olup bittiğini" soran Kübalıları başına toplar. Elini yanında taşıdığı mücevher sepetine daldırıp "Biliyor musunuz" der, "Hristiyanlar buna taparlar. Tanrılarını ele geçirmek için her şeyi yaparlar. Katilleri kendinizden uzak tutmak istiyorsanız altınınız elmasınız olmayacak!" Ve tutup sepeti nehre atar. İspanyollar buna rağmen onu bulup yakalar, bir direğe bağlarlar. Etrafına odun yığıp, meşaleyle yaklaşırlar. Bir Fransisken papazı öne çıkıp "Hristiyanlığa inanırsan affolacaksın" der, "ruhun arınacak. Bizimle birlikte Cennete gireceksin, köşkler, huriler, sofralar..." Hatuey güler, "sizinle gidilecek tek yer cehennem olabilir ve ben azaba talip olacak kadar saf değilim." Konuşturmazlar bile odunları tutuştururlar. Kraliyet ailesine mensup bir asil tanıyorum, yüzlerce yerliyi madenlerde tüketti. Gençler hayat dolu ve güçlüydüler bir sonraki yılı ancak onda biri görebildi. Ortalık cesed doldu, arazi çoraklaştı. Kübalılar yeise kapıldılar ele geçmemek için kendilerini asmaya başladılar. Anakara'da Sömürge valisi 1514 yılında Anakara'ya ayak bastı. Darien'den Nikaragua'ya kadar yüzlerce mamur şehir vardı. Yeryüzünün hiçbir yerinde bu kadar altın bulunamazdı. İspanyollar hazinelerin yerini öğrenebilmek için amansız bir baskı başlattılar. Francisko de San Roman'ın ifadesine göre sadece bir günde 40 bin yerli kırdılar. Bunlar kasabaları sabaha karşı basarlar. İnsanlar mışıl mışıl uyurken içlerinden biri "Papa ve Kastil Kralı adına emrediyorum, tabi olunuz" diye mırıldanır. Onu elbette kimse duymaz, kimse de uymaz. Böylece isyankâr sayar ve öldürmekte bir beis bulmazlar. Sonra altın sorgusuna başlar ortalığı kana boyarlar. Hakimler, piskoposlar, yağmadan pay alır, katliama göz yumarlar. Bazıları elindekini avucundakini getirir ancak "niye daha fazla değil" sorusuna muhatap olurlar. Malını veren de saklayan da cellatlardan kurtulamaz. Panama bölgesinde yaşayan Kral, deniz albayına 5 bin castillian değerinde hediye verince gece dönüp baskın yaptılar, adamın nesi varsa aldılar. Bu zorba albay bilahare Nikaragua valisi oldu. Yöre düz ve verimliydi, yerliler kültürlü ve zengindi. Yurtlarını çok seviyordular, ayrılmaktansa köleliğe razı oldular. Ancak vali bunları hayvan gibi kullandı, tohumlarını bile elinden aldı. Bal ve mum toplasınlar diye jaguarların fink attığı ormanlara yolladı. Bir köyde kadınları kızları topladılar. Erkekler eş ve çocuklarını kurtarabilmek için takip başlattılar. Kadınları tek tek paraladılar, yerlilerin kanlarını dondurdular. Bir süre sonra iş birlikçilerden köle temin etmeleri istendi. Kölelik nedir bilmeyenler, insan tacirleriyle tanıştılar. Ardından cıvıl cıvıl, şen şakrak Meksika şehirlerine daldılar, Çolula'da Tepeaca'da katliam yaptılar. Meksiko City'de Kral Montezuma kendilerin karşıladı, görmedikleri büyüklükte evlerde ağırladı. İspanyollar Kralı kandırıp tutukladılar. Yerli halk işin farkında değildi, hâlâ onları eğlendirmeye çalışıyorlardı. 2 bin soylu en süslü elbiselerini giyerek areitosa (dansa) başladılar. Gecenin ilerleyen saatlerinde yoruldular ve kolay yem oldular. İşte bu damla bardağı taşırdı, halk ayaklandı, işgalciler zor anlar yaşadı. İspanyol müfrezeleri Honduras ve Guatemala'da da kandan dumandan izler bıraktılar. Haçlı süvarilerine karşı çaresiz kalan yerliler tuzaklar kazdı birkaç atlıyı düşürmeyi başardılar. Ancak İspanyollar bu çukurları bebek cesetleri ile doldurup intikam aldılar. Biliyor musunuz Avrupalılar gülümseyerek gelir, yerlileri kucaklar, kolayca itimatlarını kazanırlar. Ne zaman ki sofralar donanır, eğlence başlar, ellerini kılıçlarına atarlar. Bu kadar kandan kargaşadan sonra kendileri de rahat olamadılar. Malikanelerinin etrafına yüksek duvarlar yaptırdılar. Düşünün sadece bir adam Jalisco Krallığına bağlı 800 kasabayı yağmaladı. Ama söz erdemden açıldı mı sözü kimseye bırakmaz, bütün bunları "Tanrı adına yaptığını" zırvalardı. Nedendir bilinmez hamile esireler daha çok para ederdi ve insan tüccarları mallarını değerlendirmeye çalışırlardı. Bu yüzden zührevi hastalıklar yayıldı. Halbuki bebeklerin değeri yoktu, süt çocuklarını köpeklerin önüne atar, hırlaşmalarından zevk alırlardı. Gün geldi Frerlerin (misyonerlerin) söyleyecek sözü kalmadı, yine de halkın arasına sokuldular, kiliseler manastırlar yaptırdılar. Askerlerin gözü paradaydı, misyonerlerin topladığı putları totemleri yine halka sattılar. Yerliler Hristiyan kelimesini şeytanla eş anlamlı tutmaya başladılar. Hasılı Venezuella'yı da sömürüp kemirdikten sonra Almanlara (burada Protestanlara olan nefretini saklamaz) sattılar. Onlar posayı bir kez daha sıktılar. Sıra İnkalar'da Peru'da ise İnka'nın (kralın) eşini öldürüp, adamı avuçlarına aldılar. O bildik sömürü düzenini kurdular, kaçanları isyankâr saydılar. Yöreden sorumlu albay, kadınları rehin tuttu, kocalarını diğerlerinin üzerine saldırttı. Onları özellikle aç bıraktı, hasta ve sakatları yemeleri konusunda şartlandırdı. Yerliler masrafsızdı, telef olana bakılmazdı. Düşünün zavallılara gemi demiri ve top taşıtırlardı. Köle tacirleri mavnaları salkım saçak insan doldurur, yük olmasın diye yanlarına çok az su ve yiyecek alırlardı. İnsan avı için şölenler fırsattı, bunu asla kaçırmazlardı. İspanyollar yerlileri inci avında kullanır, onları köpek balıklarının fıkırdadığı sulara daldırırlardı. Kimi vurgun yer, kimi av olurdu. Nefes almak için çıkanlar birkaç saniye oyalansalar yumruklanıp dibe yollanırlardı. Bu kasvetli satırları çoğaltmak mümkün Cartagena, Pearl coast, Paria, Trinidad, Granada, Quito ve Yuyapari vadisinde yapılanları da aktarırsam içiniz kararacak. Biz burada bırakalım, meraklılar Ömer Faruk Birpınar'ın tercüme ettiği "Kızılderili Katliamı"nı (bky yayınları) okusunlar.