Kitapla gören âmâ Cemil Meriç

A -
A +

Anlatmıştık Cemil Meriç, kimseyi pohpohlamaz, kimseye yaranmaya çalışmaz. Onunla bununla takışa takışa adı "sakıncalı"ya çıkar. Siviller bu "aykırı" genci nefes aldırmadan izler, adeta adımlarını sayarlar. Aslında muallimliğe çok hevesi vardır ama olmaz. Elazığ Lisesi'nde vazife aldığı yıllarda polis baskısından bunalır, mimlendiği için ona aşikare haksızlık yaparlar. Buna zor gurbet, ölen yavruları ve bir araya gelmeyen yakalar da eklenince havlu atar. Zaten tedrisat komiktir, elif beyi henüz geçen bebelere ağır ağır felsefe kitapları okuturlar. Anlamadıkları dilden konuşan hatibi dinleyen bir alay bedbaht... Zavallı çocuklar... Aldığı parayla kaldığı sefil otelin ücretini bile karşılamayınca istifayı basar, hayatını kalemiyle kazanmaya bakar. O günlerde adam kıtlığı vardır, İstanbul Üniversitesi'nde Fransızca okutacak çapta biri aranınca ister istemez kapısını çalar, nicedir özlediği muallimliği altın tabak içinde sunarlar. Cemil Bey heyecanla işe başlar, talebeler etrafında halkalanır, dersinden keyif alırlar. Ancak burnuna dayadığı satırlar da bulanınca... Gözleri "bizden buraya kadar" deyip kararınca... Peş peşe yapılan ameliyatlar gözünü daha beter eder, bir daha ellenemeyecek hale sokar. Ümit'i var Üstad "âmâ" olduğunda henüz 38 yaşındadır ama Allahü teala ona Ümit gibi muti bir evlat bağışlar. Kızcağız kütüphanesinde 12 bin eseri olan bir babaya saatlerce kitap okur da gıkı çıkmaz. Bunlar bir çocuğun anlayabileceği metinler değildir, garibin yüreği daralır, içi sıkılır, yorgunluktan sesi takırdar ama katiyen homurdanmaz. Dizleri uyuşur, etleri acır, asla yakınmaz. Yetmez "altını çiz" denilen yerin altını çizer, "yaz" denilen yerleri yazar, daktilo dövmekten parmak uçları nasır tutar. Bir makale bitti mi mutlaka Fevziye Hanıma okurlar. Eğer o ağladıysa "olmuş" demektir, götürüp postaya atarlar. 6-7 Eylül hadiselerinden sonra azınlıklar İstanbul'dan kaçar. Ekaliyetin kütüphaneleri ortada kalır, ele geçmez eserler haraç mezat satılırlar. O devirde Fransızca bilen kaç kişi vardır ki? Bu eserler elbette Cemil Meriç'e yarar. Zaten sahaflar dostudur, özellikle kitapçı Nizameddin bir kütüphane aldı mı üstadı çağırır "önce sen seç" der, önüne yığar. O kimsenin aramadığı, sormadığı (haliyle para etmeyen) eserlere bakar. Klasikler mi? Zaten mevcuddur, mükerrere ne gerek var? Akıntıya karşı Doğrusu bir kadın için böyle bir kitap tiryakisi ile yaşamak çekilir dert değildir ama Fevziye Hanım hamal sırtında gelip eşiğe bırakılan çuval çuval ciltlerden yılmaz. Kaldı ki bunlar toz yüklüdürler, küf, örümcek ağı ve börtü böcek taşırlar... Malum bu memlekette kalabalıklara katılmamak suçtur, Cemil Meriç "Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi ! Düşünme! Düşüncenin kuduz bir köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?" diye dert yanar. Ona göre aydınlar fildişi kulelerden çıkmalı ama akıntıya da kapılmamalıdırlar. Namuslu aydın, kucağında yaşadığı çevreye uymaz. Sol ve sağ... Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. 'İzm'ler idraklerimize giydirilen deli gömlekleri. Slogan, ilkelin ideolojisi... İdeolojiler mi? Uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. Evet gerici! Cemil Bey "Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir" diye yazar, "4. Murad'a, 'Süleyman devrine dön!' diye haykıran Koçi Bey gerici. Dante gerici, Balzac gerici, Dostoyevski gerici!" Cemil Meriç'in Marksizmi teoriktir, Türkçülüğü de teorik. Hint ise bir kaçıştır, bir arayış... Bu millet onun hoca kabul ettiği Romain Rolland'ı, Saint-Simon'u filan tanımaz... Nihayet bir tren yolculuğunda tanıştığı Konyalı bir genç ufkunu açar. Üç kuru kelimeyle "sen bizden değilsin" der, âdeta tokat atar. Evet, onlardan değildir, peki ama kimdir? Uçurumun kenarında uyanır, demek boşuna yorulmuş, beyhude çile çekmiştir. Zaten Tanzimat'tan bu yana Türk aydını aldanmakta ve aldatmaktadır. Senaryoyu başkaları hazırlar, kalabalıklar ütopya kovalar. Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopar, insanına küsen Batı'ya koşar... Kayaya yapışan midye şuursuzluğu ile gaflete dalarlar. Üstad, "Spinoza kırk dört yaşında ölmüştü" der, "Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşında buldum." İşte o günden sonra ayağı yere basar, buram buram ecdad ve vatan kokan eserler vermeye başlar. "Kıt'aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar..." Yeni Cemil Artık yazarı okuyucudan koparan bütün engelleri yıkmalı, sesini bütün hiziplere duyurmalıdır. Şuurun, tarihin, ilmin sesini. Öyle bir ifade ister ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev, bir mızrak gibi saplana. Bir çağın vicdanı olmalı, idrakimize vurulan zincirleri kırmalı, yalanları yalanlamalıdır. Türk insanını ayıran duvarları tek tek yıkmalıdır. Muhteşem bir maziyi, muhteşem bir istikbale bağlayacak bir köprü olmalıdır. Bu köprü elbette sevgiden ve tabii ki kelimelerden kurulmalıdır... Türk İslâm medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyettir. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de muazzez. Cemil Meriç o günden sonra bu mazlum medeniyetin sesi olmaya çalışır. Ve satır arasında mırıldanır, "hayallerimin kaçta kaçını gerçekleştirebildim, bilmem ki?"

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.