Buhara gibi bir ilim ikliminde doğmak elbette büyük şanstır, hele aralarında Seyyid Emir Gilal gibi bir zirvenin bulunduğu aileye mensup olmak... Hazret-i Hüseyin evladından Seyyid Muhammed doğduğu günden itibaren kendini zikrin, sohbetin içinde bulur, henüz yumuk elli bir çocukken kalbine nurlar, sırlar sızar. Serveri Kâinat hakkında çok kitap okur, çok şey duyar ve ona olan aşkı katlana katlana artar. Kıymetli babasının vefatından sonra Buhara'da duramaz, çeker çarıklarını Haremeyn'e koşar. Önce haccını eda eder, sonra Münevver Belde'ye doğru yola çıkar. Ama bakın şu işe ki, o yıl görülmedik bir kalabalık vardır, Medine'de omuz omzu sökmez, iğne atsanız yere varmaz. Yine de misafirhanelerden birinde kıvrılıp uyuyacak kadar olsun bir yer bulur, döşeğini zemine yayar. Bir vazifeli bulup "ücreti neyse vereyim" der elini kesesine atar. Ancak muhatapları başlarını menfi menfi sallar, "orası hususidir" buyururlar, "ancak Seyyidler yatar." Seyyid Muhammed mahçup bir ifadeyle "iyi ya" diye mırıldanır, "ben de Seyyidim zaten." Adamlar "hadi canım sen de" demeseler de öyle demeye getirir, şüpheli şüpheli yüzüne bakarlar. Seyyid Muhammed boynunu büker, ellerini çaresizlikle iki yana açar. "Buraların yabancısıyım" der, "söyleyin kim şahit olsun bana?" - Peki ama, biz nasıl inanalım sana? - Durun!.. Bir şahit buldum galiba. - Kimi? - Dedemi! Seyyid Muhammed "buyurun" der, önlerine düşer. Hep birlikte Mescid-i Nebi'ye gelirler. Önce iki rekat tehıyyet-ül mescid kılar, sonra edeple yaklaşıp kabr-i saadete döner. Hafifçe "Esselamü âleyküm ya ceddi" diye fısıldar. Çok net ve pek tatlı bir ses karşılık verir: "Ve âleyküm selâm ya veledi!" Anadolu'ya doğru... Bereketli hurmalıkları yer yer şehre sokulan, kuyularında daima serin ve tatlı suları bulunan nurlu Medine'yi kim sevmez? Seyyid Muhammed de münevver beldeye hayran olur, yerleşmeye niyet eder. Ancak bir gece rüyasında Efendimiz'le (sallallahü aleyhi ve selem), Hazret-i Ali'yi (keremallahü vecheh) görür ki, ona Anadolu'ya gitmesini emrederler. Menzili şimdilik meçhuldür, üç nurdan kandili takip edecek, kandillerin söndüğü yeri mekan edinecektir. Seyyid Muhammed uyandığında kandilleri karşısında bulur ki gecikmese iyi eder. Hemen o gün hazırlanır, dost gibi bir dostu yanına alıp, yollara düşer. Seyahat haftalar sürer ve bir gün kandiller söner. Önünde "ulu bir dağın" eteklerine ilişen yemyeşil bir şehir uzanır ki ona "Bursa" derler. Seyyid Muhammed bu şirin şehrin taş sokaklarına, ahşap evlerine, sevimli mescidlerine, hele sıcak insanlarına tez ısınır. Hoş, Bursalılar da Seyyid Muhammed'i keşfetmekte gecikmezler. Nur yüzlü dervişin etrafında halkalanır, sohbetinden istifade ederler. Hatta onu mana sultanlığına lâyık görür, adına "Emir Sultan" derler. Hani altını sarraf bilir derler ya, ulema Emir Sultan'ın nasıl bir lütûf olduğunun farkındadır, hele Molla Fenari hazretleri yatar kalkar, şehirlerini şereflendiren nimete şükreder. O günlerde Yıldırım Bayezid, Macarlar'la savaşmaktadır. Macarlar damarlarında Türk kanı taşıdıklarından savaşçı olurlar, iri atlara biner ve kalın zırhlar kuşanırlar. Üstünlük Osmanlı ordusunda olsa bile yaralılarımızı çadırlar almaz. Üstelik ciddi bir cerrah sıkıntısı yaşanır, fidan fidan yiğitler basit yaralardan telef olurlar. Ancak, revirde o güne kadar tanımadıkları bir genç peydahlanır ki görünüşe bakılırsa mahir bir hekimdir. Hatta günün birinde sultanın kolundaki yarayı sarar. Kesik derindir, ama tutkalla yapıştırılmışçasına iyileşir, izi bile kalmaz. Yıldırım Bâyezid sargıyı çözerken hayretten dilini yutayazar. Zira bu hanımının nişanlıyken kendisine verdiği mendilin yarısıdır. Sırrı bilmek ister ama esrarengiz tabibi bulduramaz. Kime sorsa "şimdi buradaydı" der ama yerini gösteren çıkmaz. Bakar aramayla bulunacak değil, "meğer ki rastgele" der işine bakar... Bir yanını Tuna'ya veren Niğbolu müstahkem bir kaledir. Osmanlılar çok kayıp vermelerine rağmen bir mesafe alamazlar. Zafer üstüne zafer kazanmış, saçını sakalını cenk yolunda ağartmış muharipler bile ümitsizliğe kapılırlar. Ama Yıldırım bu... İstişare eder, karar verir ve geriye asla adım atmaz. Her sabah yeni bir şevkle askerini toplar, hep birlikte taş duvarlara saldırırlar. Peki sonra? Meçhul hekim... Sonra n'ossun, yine kızgın yağlar, yine iri kayalar... Yağmur gibi yağan oklar, mızraklar... Askerimiz kırılırken, Macarlar mazgalların ardına siner, oturup keyflerine bakarlar. Bayezid Han boşa koyar, dolduramaz, doluya koyar, aldıramaz. Tam "bu Niğbolu işini bir daha mı konuşsak acaba" diye düşünmeye başlamıştır ki kale kapısı gıcırdamaya başlar. İki kanat iki yana devrilir, yeniçeriler sel olup içeri akarlar. Bayezid Han kapıyı kâğıt gibi yırtıp, İslâm askerini buyur eden nur yüzlü genci hatırlayacak gibi olur. Bir an göz göze gelirler, evet evet kolundaki yarayı saran cerrahın ta kendisidir o, nicedir aradığı civan!.. Savaşı, askeri, kaleyi unutup ona doğru koşar. Lakin esrarengiz tabip serap gibi görünüp yok olur, gerisi toz duman...