Şevval 1004 Kasımpaşa 3. Mehmed'in hükümran olduğu yıllar... Osmanlı Padişahları nicedir askerin başında sefere çıkmaz. Hal böyle olunca Nemçe ve Macarlar ayaklanırlar, dengeler değişmeye başlar. Vüzera, umera "aman padişahım size bir zarar erişmesin" deseler de büyük âlim Hoca Saadettin, Sultanın sefere çıkmasını arzular. Mehmet Han dahi aynı kanaattedir, hem kendi hazırlanır, hem de sağa sola ferman yollar. Gönüllüler arasında Kasımpaşalı bir genç vardır. Ne alır ne satar bilmiyoruz... Ama bildiğimiz şu ki fukaradır, saliha hanımı Rahime ile ufak tefek bir evde yaşar. O günlerde Rahimecik hamiledir, zevci başında dursa gerektir ama adamın gönlü cenk meydanında atar. Öyle ya akranları tekbir, tehlil ve salevatlarla gazaya koşarken, kadınlar gibi evde oturamaz. Aksakallıllar ve hiç sakalsızlar kılıç bileylerken, kenarda duramaz. Eceli geldiyse ölür, şehitlikten güzel makam yok ya! Hem kim mani olabilir ki? Gurbette yiyecek lokması, içecek suyu varsa... -Ve tevekkeltü a'lallah! Zevcesi gönül ehlidir, "sen bizi düşünme" der "cihaddan geri durma. Doğacak çocuğu Allahü teâlâya emanet et ve hiiiç kaygı duyma!" -Amenna ve saddakna... Delikanlı elini açar. İçinde nasıl huzur, anlatılmaz bir ferahlama... Ve bir haziran günü mehter vurur, kös sesi zemini sarsar. Yiğidimiz heybesini omzuna atar, kılıcını beline takar. Hanımına "hiç merak etme" der "bak çocuğumuz doğacak, büyüyecek vatana millete faydalı bir kul olacak!" Kadıncağız "hakkımızda hayırlısı" der, kocasını güler yüzle uğurlar. Garibin gözü arkada kalmaz, iç huzuru ile yola çıkar... Osmanlı Ordusu Segedin'e kadar vukuatsız gelir Orta Avrupa'nın ünlü kalelerinden Eğri'yi kuşatır, zorlanmadan alırlar. Kul daralmayınca... Ancak imparatorun kardeşi Arşidük Maksimilyan'ın öncüleri etraflarında dolanmaya başlar. Osmanlılar bu gücü tanıyıp tartıncaya kadar vakit kaybeder, neden sonra kendilerinden daha kalabalık olduğunu anlarlar. Bulundukları engebeli alandan kurtulup ovaya (Haçova) çıkarlar. Avusturyalı şövalyeler İslam Halifesini katledebilmek için gözü kara bir saldırı başlatır, direk merkeze dalarlar. Bu beklenmedik hücum yüzünden savunma çöker, yeniçeriler sıkıyı görünce sıvışırlar. Hatta muhafazası ile vazifeli oldukları hazineyi bile ortada bırakırlar. Düşman altın sandıkları üzerine bayrak çakar, tek tek çadır basıp sultanı ararlar. Mehmed Han, Hoca Sadeddin'e dönüp çare sorar: "Efendi şimdi ne etsek gerek?" -Pâdişâhım sebat ediniz, kararlı durunuz. Korkulacak bir şey yok, cengin hali budur! Sonra sultanın sırtındaki nurlu hırkaya ve sancak-ı şerife bakar, "nusret-i ilahi ve mu'cizat-ı Muhammedi bizimledir" buyururlar, "gönlünüz hoş ola!" Ve dediği çıkar. Haçlılar tam talana dalmışlardır ki at uşağı, katırcı, aşçı, yamak gibi hademe takımı umulmadık bir çıkış yapar. Kazma, odun, nacak, kepçe... Artık ellerine ne geçirirlerse... Yağmacıların geri kaçışı ile Haçlı ordusunda panik başlar. Bu arada pusuya yatan Çağalazade süvarileriyle tepeden kopar. Düşmanı bataklıklara sürüp boğar, yatsıya kadar küffar tepeler, 50 bin kafa koparırlar. Emsalsiz Alman toplarından doksan beşini ele geçirir, şer ittifakının belini kırarlar. O kış Belgrad ya da Budin'de kalsalar, baharda bir temizlik daha yapsalar münasip olacaktır ama... Ama Padişah düşmandan ziyade yeniçeriden çekinir, ne yazık ki bu taife ile çetin yollar aşılmaz. Ve mecburen dönüp gelirler İstanbul'a Zafer sevinci, fener alayları, şerbetler, helvalar... İnna lillah... Kahramanımız derhal Kasımpaşa'ya koşar. Büyük bir heyecanla evinin eşiğine gelir. Çalar, çalar kapı duvar!.. "Rahime Rahime! Benim ben!" diye ünlemeye başlar. Ses sokakta yankılanınca bitişik camlar açılır, tanıdık başlar çıkar. Hanımnineler, beyamcalar, takunyalı çocuklar... Bir şey varmış gibi etrafında toplanırlar. Her biri yek diğerine "sen söyle" işareti yapar. Nitekim içlerinden biri "başın sağ olsun komşu" diye fısıldar, "inna lillah... Zevcen lohusa yatağında..." - Ya bebeğim? - Maalesef... Doğmamıştı daha. - Bana kabri gösterin çabuk, onu Allah'a emanet etmiştim, ölmüş olamaz! - Kabri göstermekle rahatlayacaksan mesele yok ama... Koşarlar... Kederli baba eşelemeye başlar. Anlaşılmaz şeyler olmaktadır, inceden bir ses duyarlar. Alelacele, tabutu kırar, kefeni yırtarlar. Sübhanallah!.. Balmumu gibi bir cild, soğuk donuk kollar, bildiğiniz mevta... Ama göğsü canlı ve sıcaktır, nur topu gibi bir oğlancık süt yudumlar. Merhumenin yüzünde nasıl mânâlı bir tebessüm. Gel de şaşırma! Yaşlıca bir zat "Hasbünallahi ve ni'mel-vekîl" diye mırıldanıp sorar: "Sen şu sabiyi Cenâb-ı Hakka emanet ettiydin di mi?" -Evet. -Peki ya anasını? -Hatırlamıyorum. -Etseydin onu da bıraktığın gibi bulurdun! Aşikar! Hikâye bu kadar. Haydi fi emanillah! (Allaha emanet olun) *** Haa şunu da söylemeden geçmeyelim zikrolunan çocuk büyür, okur, büyük âlim olur. Gün gelir ulema arasında yerini alır ki onu "Meyyitzade" adıyla tanırlar. Sultan Ahmed Rahime Hatun'un oğluna çok güvenir, zaman zaman akıl sorar. Yakışır... Helal süt emdiğinden kimsenin şüphesi yoktur zira!