Louis Marie Julien Viaud, Atlas Okyanusu yakınlarında Rochefort adlı bir kasabada doğar (1850). Ailesi bir zamanlar iyi zengindir, şatafatlı bir hayat sürer, kalburüstü yaşarlar. Ancak işleri yolunda gitmez ve karaya vururlar. Yeni nesile bol sıfırlı borçlardan başka bir şey kalmaz. Louis henüz çok küçüktür, çalkantının farkına varamaz. Hususi muallimlerden Latince, Yunanca dersleri alır, piyano çalar, resim yapar, sonra bir fotoğraf makinesi aldırır, habire film yakar. Neden sonra denizin bittiğini anlar ve ağabeyi gibi denize çıkar. Düşünün, el bebek gül bebek bakılan, ardında dadılar koşturan çocuk kendini askerî mektepte buluverir. Hazırol!.. Rahat!.. Disiplin, intizam... Kırk kişilik koğuşlar, çalakaşık yumulan karavanalar... Onca bahriyeli arasında yapayalnız kalır ve içini defterine açar. Bu itiyat subay olunca da devam eder, indiği limanları yazar. Fransa'nın sömürgecilik yaptığı yıllardır, bulunduğu gemi de ülkesinin menfaatleri doğrultusunda rota tutar. Bir ara okyanusa çıkar Tahiti kıyılarını ablukaya alırlar Louis henüz 17'sinde, pembe yanaklı bir bahriyelidir. Kraliçe Pamore ona "Loti" (tropikal bir bitki) adını takar. Silah, dipçik ve çiçek (!) Pek yakışmıyor ama öyledir diyelim, aksini iddia edecek halimiz yok ya. Sanal sevgili İstanbul'a ilk kez Gladiateur gemisiyle gelir, 7-8 ay kalır. Önce Beyoğlu'nda bir otele takılır, sonra şehri panorama gibi seyreden bir ev kiralar. Derken bu geliş gidişler artar, şehrimize demir atar. Kâh Hasköy'ü, kâh Divanyolu'nu mekân tutar. Zaman zaman konsoloslukta geceler, monşerle irtibatı koparmaz. Çat pat Türkçe bilir, eline tesbihini alır, sırtına kaftanını atar, başına fesini koyar, postu adıyla anılan kahveye yayar. Gelsin çay, gitsin kahve, ateşlensin tömbeki, macun, çerez, koz helvalar... Önünde kıvrım kıvrım Haliç, selviler, tahtası kararmış ahşaplar, takalar, mavnalar... Eh o mekân beni bile şair yapar. Louis o günlerde "resmen" subaydır. "Loti" kod adıyla halkın arasına sızar, zikrolunan kahveden Haliç'i göz hapsinde tutar. Osmanlı tersaneleri ayağının altındadır ve donanmamız Haliç'te yatmaktadır. Gemilerin ateş güçlerini ve kabiliyetlerini iyi bilir, en ufak hareketlenmeyi kaçırmaz. Bir taşla iki kuş, hem istihbarat toplar, kitap da aradan çıkar. Devletlüler bu kelimeyi kullanmaktan imtina ediyor ama bahsolunan işi yapanlara "casus" diyorlar. "Avrupa'da evin içi saklanmaz, sokaktan geçenler perde aralıklarında güzel ya da çirkin başlarla karşılaşırlar. Fakat yabancı bir göz Türk evine asla sızamaz. Eğer bir konuk çıkacaksa, kapı tam açılmaz, aralanır. Hemen ardından da onu kapayacak birisi vardır. O anda size bakılıp bakılmadığını anlamanız imkansızdır" diyen Pierre tabiri caizse kendini yalanlar ve "masal anlatmaya" başlar. Efendim parmaklıklar arasından parlayan bir çift yeşil göz! Bir bakışma ile başlayan yasak aşk! Yahudi sandalcının ayarladığı buluşmalar... Her halde bizim melankolik, kafesli cumbalı evler arasında dolanırken düş gücünü kullanmış olmalıdır. Nitekim Aziyade'nin hayal mahsulü olduğunda devrin yazarları mutabık kalırlar. Değil bir Fransız, yerliler bile tanımadığı konağa yanaşamaz, nerde kaldı nikahlı kadını ayarta!.. Kaldı ki Çerkezler iffetleri ve sadakatleriyle tanınırlar. Zikrolunan şahıslar nâmevcud olduğu için bol keseden atar, eser yayınlandıktan sonra da (artık tanınmaktadır) İstanbul'u rahat turlar. Gerçi kentleri kadınlarla anlatmak sık kullanılan bir yoldur ve her zaman prim yapar. Eh, İstanbul'un o efsunlu, mistik, otantik, egzotik havası, mahçup edalı bir Çerkez kızına uyar. Mösyö evvelemirde kendini anlatır, mekânı ve insanları hadiseye katar. Hayallerini de paylaşır, size içini açar. Yzb. Louis, Pera bölgesindeki Levantenlerle tatlı su Frenkleriyle ne maceralar yaşar bilmiyoruz, adam neticede Fransız'dır bizim ölçülerimiz onu bağlamaz. Ama Fransızların ölçüleri de bağlamaz. Vatandaşları suratı pudralı seyyah hakkında yakışıksız şeyler yazarlar. Yeri gelmişken hatırlatalım ailesi Protestandır, lâkin kendisi Protestanlığı da protesto eder, kitapsızlıkta karar kılar. Hasılı keyfçi, boşvermiş, çizgi dışı bir adamdır, her yol Roma derler ya o hesap... Pierre Loti'yi en iyi tanıyanlardan biri Nazım Hikmet'tir ve onun hakkında "ihtikarcı, şarlatan, burjuva, domuz" demekten sakınmaz. Ama efendim Türk dostu, büyük insan, ünlü yazar... Aşağılık kompleksi işte... Sanırım biraz da adam kıtlığı var. Halbuki o, yanıbaşındaki ülkelerde bile (İtalya'da, Almanya'da) tanınmaz. Neticede bu adam bir Goethe, Shakespeare, Tolstoy değildir. Olamaz da. Kod adı: Loti! Peki Türkleri sever mi? Valla kalbini yarıp bakacak değiliz ama İstanbul'a hayran olduğunu saklamaz. Sadece İstanbul'a mı? İzmir'e, Bursa'ya, Kudüs'e ve Isfahan'a da toz kondurmaz. Zira onun gibi bir tasvirci böylesi kentleri arasa bulamaz. İstanbul her filmde başrol oynar, kendisi hakkında yazanları da şöhret yapar. Kubbeler, minareler, nargile kahveleri, karagöz oyunları, sokak satıcıları, esnaflar, renk renk kıyafetler ve rengârenk insanlar... Erbabı kelimelerle resim yapar. Nitekim o dahi İstanbul tasvirleriyle Academie Française seçilir (1891) bilahare "Legion d'Honneur" nişanını göğsüne takar. Bakın "Legion d'Honneur" ciddi bir payedir, bunu yazarlık kariyeriyle mi yoksa ajanlık marifetiyle mi alır bilmiyoruz. Yalnız bildiğimiz bir şey varsa Fransa Cumhurbaşkanı Poincare ve Dışişleri Bakanı Delcasse ile senli benli görüşür, çat kapı elçiliklere girer çıkar. Pierre Loti bu kirli işe bulaşmak zorundadır, zira paraya şiddetle ihtiyaç duyar. Hem ailesinden kalan borçları temizler, hem de kenara bayağı dünyalık koyar. Nereden mi biliyoruz? Zira bugün müze haline çevrilen devasa malikane ne zabit maaşıyla yaptırılabilir, ne de kitap satmakla!..