Siyahiler maldır, mülktür, yüktür, sahibi vardır. Suya atılmaları çöplerin denize dökülmesi kadar normaldir.
Batılı köle tacirleri insaftan nasipsizdir. Afrika sahillerindeki köyleri basar, kendi hâlinde mutlu mesut yaşayan insancıkları (ekseri Müslüman) zincire vurup kaçırırlar. Karayip Adaları ve Kuzey Amerika’ya getirir, beyaz çiftçilere satarlar.
Zavallıların gençliğini hayallerini çalar, anasından babasından, eşinden işinden, çocuklarından, lisanından, kültüründen koparırlar. Çocuk ve kadınların ırzına geçer, dipçikle kırbaçla Hristiyanlaştırırlar.
Bir yıl değil iki yıl değil ömür boyu, müebbede bağlarlar âdeta.
Halk arasında “Kara Kuş Avcılığı” derler buna. Söylemeye utanıyorum ama “Karga!”
1765-66 yıllarında Amerika’daki köle sayısı 40 bine varır, iki nesil sonra (1807) 3,3 milyonu aşar. Bir o kadarı tarlalarda kalır, daha da fazlası telef olur yollarda. Yani ceman on milyon diyebilirsiniz rahatlıkla. Avrupalılar gemileri randımanlı kullanır, Afrika’ya giderken silah, cephane, metal, boya, alkollü içki ve süs eşyası taşırlar, Gana’dan köleleri yükler Atlantik’i geçerler bu defa. Tekrar Avrupa’ya dönerken kahve, şeker, tütün, kürk, pamuk ve balina yağı getirirler. Bir üçgen düşünün, biteviye mal devrederler üç kıta arasında. Emek yok, masraf yok. Çal, çırp, yağmala, deli para.
Batı niye zengin diyorlar sonra.
İnsan ticareti denince üç beş ülke öne çıkar, Portekiz, İspanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İtalya. İngilizler son düzlükte girer kulvara ama fark atar akranlarına.
Ne gibi? bk. aşağıda.
Efendim Zorgue kare kıçlı, orta karar bir gemidir, Hollanda şirketi Middelburgsche Commercie Compagnie tarafından kullanılır yıllarca, Surinam’dan köleleri toplar, götürüp pazarlar plantasyonlara.
Günün birinde İngiliz savaş gemisi HMS Alert tarafından yakalanır, teslim alınır. Güvertede 244 Afrikalı vardır ki, altın kesesi gibi bakarlar onlara.
Zikrolunan gemi bilahare Liverpool Gemi Sahipleri Sendikası adına William Gregson tarafından satın alınır. Ortaklar arasında eski Livepool belediye başkanları da vardır, adını “Zonk” koyarlar.
Gemi köle taşımak için yapılmıştır, öyleyse işe devam. Aylarca bi lokma ekmek, bir yudum su ile kifafınefis eder, gün boyu okyanusta çalkalanırlar. Neticede Jamaika’ya getirilir satılırlar.
Genç ve güçlü bir köle iyi para eder. Bilhassa Bristol, Glasgow ve Liverpool’lu simsarlar servet sahibi olurlar.
Zong 6 Eylül 1781’de Luke Collingwood emrinde Accra’dan (Gana) yola çıkar. Luke denizci değil tabiptir. İşi köleleri muayene edip “ticari değerini” tespittir aslında.
“Bu yaramaz” dedikleri derhâl kaldırılır ortadan. Eğer para etmeyecekse niye beslesinler boşuna.
Peki doktor denizcilikten anlar mı? Eh işte kaptan köşkünde oturmuşluğu vardır biraz. Bilgileri kulaktan dolma, yol ve menzil bulma hususunda güvenilmez ona.
Zong’un ikinci kaptanı, James Kelsall daha tecrübelidir bu hususta.
Geminin tek yolcusu Robert Stubbs ise Anomabu’nun istenmeyen valisidir. Yolun yabancısı değildir, çok köle taşımıştır zamanında. Bu üçü sert münakaşalar yapar ve ipleri koparırlar. Doktor ikinci kaptanı azleder kovar. Biri bir şey mi dedi aksini emreder tayfaya. Sıhhatli de sayılmaz, çekilir, gün boyu uyur kamarasında.
İngiliz hukukuna göre köleler ticari kargo sayılır. Liverpool’lu bir şirkete 8 bin paunda sigortalatılır. Yani piyasa değerinin yarısına.
Niye?
Çünkü talimatlara göre geminin tonu başına 1,75 köle taşınabilir. Hâlbuki Zong’a ton başına dört köle sıkıştırılmış, tıkıştırılmıştır. 110 tonluk gemide 442 zavallı kucak kucağa.
Esirler ikişer ikişer ayrılır el ve ayak bileklerinden yanındakine bağlanır. Çıplaktırlar, defihacet için kalkmaları yasaktır. Her sabah üzerlerine kovalarla deniz suyu atar, sözüm ona idrardan gaitadan arındırırlar.
Eğer pislik ve yetersiz beslenme yüzünden hasta olursa, sürür bacağından sallarlar deryaya.
Gelgelelim sigorta şirketleri kendiliğinden ölenlere para ödemez. Ancak kaza olursa ne bileyim direkten düşerse, dalgaya kapılırsa, halata dolanırsa (kargonun kaybı hâli) 30 pound verir “kelle” başına.
Gemiciler 18 Kasım’da Karayiplere varır, Tobago’yu görürler hatta. Fakat kaptan mola vermez, su ve erzak tedariki ile uğraşmaz.
27 Kasım’da Jamaika’ya da ulaşırlar ama bizim acemi Hispanyola sanır devam eder yoluna.
Doktor, 29 Kasım’da erzak ve su azlığını bahane ederek 54 kadın ve çocuğu ayırır kenara. Zavallılar “Yemek ve su istemiyoruz, yeter ki bizi denize atmayın” diye yalvarsalar da dinlemez ite kaka savurur köpek balıklarına. Direnenlerin ağzını burnunu kırar, süngülerle iterler aşağıya. Güverte kandan mezbahaya döner adeta.
Güneş yakıcı, su azdır. Hararet uzun süre devam ederse şuur kaybı başlar. Âdeta delirirler, dizginleyemezsin bir daha.
1 Aralık’ta bütün gün yağmur yağar, fıçılar suyla dolar.
Buna rağmen 42 erkek köle okyanusa atılır tekrar. Sonra kadın ve erkek 36 kişi daha…
On kadar Afrikalı ise zalimlerden kaçar, kendileri atlar suya.
Köpek balıkları takiptedir, kemik bekleyen fino gibi geminin peşine takılırlar.
Ketsall’a göre rotadan sapılmıştır. Her geçen gün menzilden uzaklaşmaktadırlar. İkaz etse de kaptan dediğini yaptırır inatla.
Nedeeen sonra hatasını anlar, Jamaika’yı 300 mil geçmişlerdir bu arada. 12-13 günlük yolu geri döner, nihayet 22 Aralık’ta girerler Black River Limanı’na. Fazladan üç hafta kalmışlardır okyanusta.
Hâlbuki yolculuğun son haftası esirlere iyi davranılır, daha güçlü gıdalar verilir, yıkanır, paklanır. El ve ayak bileklerinden kelepçeler çıkarılır, yaralarına merhem sürülür, gri saçlar boyanır, vücutları palmiye yağı ile ovulup parlatılır.
İskeleye vardıklarında Zonk’un depolarında 1.900 litre su vardır, liman idaresi kayda alır. Sağ kalan 208 esiri açık artırmaya çıkarır, beheri 36 sterlinden satarlar.
Gemi sahipleri sigortadan gereksiz yere öldürülen 142 kölenin bedelini de koparmaya kalkar. İş mahkemeye akseder sonunda.
Kölelerin yük mü mülk mü oldukları hususu tartışılır tekrar. Dava her gün karşılaşılanlardan değil girifttir biraz. Londra’ya sevk eder, tecrübeli hâkimlere bırakırlar. Başyargıç (bir bakıma adalet bakanı) Lord Mansfield’in önüne gelir bizzat.
Lord yargılamaya başlamadan önce jüri üyelerine seslenir: “Bu köleleri safra olarak görmeli, tıpkı denize atılan atlar gibi düşünmelisiniz. Soru şurada, diğerlerini kurtarmak için gerçekten atılmaları gerekli miydi acaba?“
Karar gemi sahiplerinin lehine çıkar ve sigorta ödemeyi yapar.
Ancak hengâmeden kurtulan bir köle (Olaudah Equiano) gazeteci Granville Sharp’a olanı biteni anlatır. Sharp kaptanın 142 insanı nasıl denize atarak öldürdüğünü hikâyeleştirir ve yayınlar.
Bunun üzerine taraflar ikinci defa mahkemeye çağrılırlar.
Tayfalar kaptanın acemiliğinden dem vururlar, Jamaika’ya zamanında girmiş olsalar bunlar yaşanmayacaktır asla. Köpek balıklarının kol gezdiği denize canlı canlı atılan insanlar İngiliz adaletinin umurunda değildir, mevzu öncelikle sigorta.
Görünen o ki su sıkıntısı da yoktur, mal boş yere telef edilmiş, kargo iyi yönetilmemiştir. Bu defa karar “sigorta şirketi” lehine çıkar.
Başsavcı John Lee ise bu tür cinayetlerin bir ahlak meselesi olmadığını, mülkiyet meselesi olduğunu savunur. Siyahiler maldır, mülktür, sahibi vardır. İsterse suya atar.
Granville Sharp katillerin yargılanması için gazetelere, parlamenterlere başvursa da bir netice çıkmaz. Kimse yüz, yüz elli zenci için kılını kıpırdatmaz.
Ama halkın ilgisini çeker, beeelki de köleliğin kaldırılmasında (1823) payı olur bir parça.
Kölelik kalkınca zulm artar. Kaçak köle taşıyan simsarlar karakol gemisi görünce, zavallıları tekme tokat suya atar, suç üstü yakalanmaktan kurtulurlar. Mal gider, gemiyi kurtarırlar hiç olmazsa.
Siyonistlerin Filistinlilere bakışı...
Hiç okurken geldi mi aklınıza?
İrfan Özfatura’nın önceki yazıları…