MÜMBİT İKLİMİN VELUT KALEMİ: Yavuz Bülent Bâkiler

A -
A +
Yavuz Bülent Bâkiler’in çocukluğu savaş yıllarına denk gelir, pantolonundaki delikleri ceketini sündürerek saklar, hiç oyuncağı olmaz. Kendinden önceki 9 kardeşi yaşamaz, çok yalnızdır annesine bir erkek kardeş ısmarlar yalvara yakara. Cenab-ı Mevla bir erkek ve bir de kız kardeş verir ona. Annesi masalları nağmelerle anlatır; mesela bir boş beşik hikâyesi vardır, her defasında ağlatır…
 
Eski lügatlerimizde 81 bin kelime vardır öz Türkçe lügatlerde 3 bin civarında. Bütün bunlar Arapçadan ve Farsçadan korkmak ve kopmak uğruna. Öz anne, öz kardeş, her şeyin özü evla ama Türkçenin özü başa bela!
 
Yavuz Bülent Bâkiler okumayan gençlere çok kızardı.
 
Gazetemiz yazarlarından rahmetli Yavuz Bülent Hoca, Azerbaycan asıllıdır, hani o katliama uğrayan Ağdam’dan. Yörede bir Şii-Sünni gerginliği olur derlenip toparlanır göçerler Maraş’a. Büyük dedesi Mehmed Sabir de şairdir; naatlar, münacatlar... Her Maraş seferinde kabristana uğrar, okur ruhuna. Bir gün mezarlık memuru, dedesinin ismini sorar, alır getirir kabrinin başına. İslam harfleriyle yazılı eğik bir taş, kucaklaşırlar âdeta... Onun oğlu Hacı Ali Murad, Sivas Gürün'e yerleşir, kabrini bilir, ziyaret ederler. Babasının babası ise Ruslarla çarpışırken şehit düşer Erzurum müdafaasında, yeri meçhul vatanın bir bağrında...
 
Karabağlı oldukları için onlara “Karabağıler” denir. Sonra “kara”sı düşer “bagiyler” kalır. Bagi de malum eşkıya demektir. Bâkiler’e çevirirler sonunda.
 
Hocanın çocukluğu savaş yıllarına denk gelir, pantolonundaki delikleri ceketini sündürerek saklar, hiç oyuncağı olmaz. Kendinden önceki 9 kardeşi yaşamaz, çok yalnızdır annesine bir erkek kardeş ısmarlar yalvara yakara. Cenab-ı Mevla bir erkek ve bir de kız kardeş verir ona. Annesi masalları nağmelerle anlatır; mesela bir boş beşik hikâyesi vardır, her defasında ağlatır.
Sivas halk şiiri bakımından hayli zengindir, belki de bin tane şair çıkar. Ozanlar sokak sokak dolaşırlar. On kuruş verirsin, senin için çalar söyler, vezin kafiye kalır kulağında.
 
 

YOKLUK KITLIK…

 
 
Devir CHP devri. Babası memur olduğu için şeker istihkakları vardır, gidip alır ama korka korka. Önünü keserler mi, elinden alırlar mı acaba?
 
Derken Büyükada’da hâkimlik yapan amcası dar gelen elbiselerini yollar ve Sivas’ın en şık delikanlısı olur bir anda; düşünün kruvaze ceketler beyaz pantolonlar, bir de saat yanında. Kimsede saat yok futbol maçlarına onu götürür yarı devre için vakit tuttururlar.
 
Abdest alınan, namaz kılınan bir evde büyür. Bezirci Mahallesindeki bükük belli ahşap aşinadır Kur’ân-ı kerim sedalarına.
 
Durumları sıkıntılıdır ama Büyük Doğu ve Serdengeçti mecmuası alınır mutlaka. Dinî ve millî yayınlar takip edilir, babası komşuları da çağırtır ve seslenir: “Oku Yavuz, duysunlar!" Osman Yüksel Sendengeçti’nin yazıları bilhassa. Yıllar sonra Osman Yüksel'in kapısını çalar, “Efendim bir makale var size okusam...” Onun yazısını ezberden okur ona.
 
 

ŞAİRİMİZ BU KONUDA

 
 
İlk mektep öğretmeni bir duvar gazetesi çıkarmaya niyetlenir. “İçinizde şiir, hikâye, hatıra yazan varsa getirsin bana!” O da oturur bir şiir yazar “Sivas!”
 
Muallime hanımın hoşuna gider onu “Sınıfın şairi” ilan eder. “Yarın sindirim sistemini işleyeceğiz” der “şairimiz mevzuyla alakalı bir şiir yazıp gelsin!” O da yazar “sindirimin yollarında, bağırsakların kollarında…” Ders coğrafya, konu Japonya... Haydi Bülent başla! Ayaküstünde karalar: “Japonya Japonya kabarma! / Var mı sende Sivas’la Konya?” Bunları kenarlarını allı morlu motiflerle bezediği bir defterde biriktirir. İlerleyen yıllarda beğenmez yakar, çok pişman olur sonra.
 
Lisedeyken kız kardeşi Nuran’ı elektrik çarpar. Her gün ama her gün mezarına gider ve “Gelin kızın ölümü” şiiri dökülüverir kâğıda. Bu şiiri Türk Sanatı dergisine yollar, yayınlarlar, büyük mutluluk. Derginin sahibi Abidin Mümtaz Kısakürek mektup yazar: “Şiirini çok beğendik, artık seni dergimiz şairleri arasında sayıyoruz, her sayı için şiir bekliyoruz.” Bu daha büyük bir mutluluk.
 
Mustafa Ateş diye bir edebiyat muallimi vardır başka sınıflarda onu metheder “Çocuklar edebiyat dergilerinde yayınlanan en güzel ölüm şiiri arkadaşınız Yavuz Bülent’e ait” der. Gelip yetiştirirler, üstüne alınmaz: “Git len dalga geçme!" Nitekim derste “bak Yavuz” der, “Bir gün edebiyat tarihçileri senin adından bahsedecek, belki bana da yer verecekler o sayfada. Hani lisede hocasıydı babında.” Utanır eğilir saklanır arkadaşlarını arkasına ama şiir aşkı da kamçılanır bu arada.
 
 

HİTABET ŞART

 
 
Üniversite hocaları ise iki çeşittir. Bazıları açar notlarını mır mır okur, kendi bile duymaz. Yıllarca aynı şeyleri üfürür renk katmaz mevzuya. Bazıları da çıkar heyecanla anlatır el kol hareketleriyle, tebeşiri tahtaya vura vura. Her yıl âdettir Ankara hukuk ve tıp arasında münazara tertip edilir ve yıllardır bir tabip adayı kazanır. Yavuz Bülent o sene rakibini tuşlar. Mantığıyla, kelime zenginliği ve ses tonuyla.
 
Derken fakültede bir kıza tutulur ama açılmaz, hanımefendi ondan habersiz Çubuk Barajına gitti diye tafra yapar. Geceleri sevdasından uykuları dağılır, sabah gelir başka taraflara bakar.
 
Hatta askere gitmek ister, nasıl olsa devam mecburiyeti yok, iki yılı da kurtaracaktır hesapta. Babası izin vermez “asla!” Annesi tombul kırmızı yanaklı kızlara bayılır. Kara kurulardan hoşlanmaz. Belli ki bu mevzuda anlaşamayacaktırlar onunla.
 
Mezun olmuştur Nihal Atsız’ın kardeşi Necdet Sancar'a gider. Laf lafı açar “Aslında ben de evlenmek istiyorum” der “yok mu bir aday aklınızda?” Hanımı Reşide Abla ile üç kız sayarlar ikisini tanır uymaz, bir de Kastamonu mebusu İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun kerimesini methederler ona. Peki kızı nasıl görecek? Bir ayar yaparlar. Güya İsmail hocanın yanına gideceklermiş de tam kapıdan çıkarken Yavuz'la karşılaşmışlar, hadi sen de gel demişlermiş filan.
 
 

BIRAK O SURATSIZI!..

 
 
O gün de bir yaş günümü vardır ne, kalabalık. Sanki millet ona bakmaya gelmiş, oturur bir köşede hiç konuşmaz. Ayşe misafirlere çay tutar, içi ısınır ilk bakışta. Neyse talip olurlar, kız yok istemem” der, “asık suratlının biri, ne işim olur onunla?” Babası ağırlığını koyar "bak bunu reddedersen bir daha karışmam sana!" Neyse nasiptir, olur, kayınvalidesi edebiyat muallimi, hanımı edibedir, zaman zaman akıl verirler: “Şu mısra böyle mi olsaydı acaba?..”
 
Derken Metal İş Federasyonunda Eğitim ve Araştırma Müdürü olur ama iş yoktur, oturur boşuna. Bu para helal olmaz diye ayrılır. Ayrılır ama işsiz kalır bu defa. Bir dostu alır Ankara radyosuna götürür “alın tepe tepe kullanın” der, “her işe koşar kesinlikle yorulmaz.”
 
Turgut Özakman aldım kabul ettim der. Ona yurt dışından gelen işçi mektuplarını cevaplandırma vazifesi verir. O günlerde Türkiye'nin aldığı dış yardımlar üzerine Avrupa'daki işçiler ikiye ayrılmıştır felaket bir münakaşa. Yavuz Bülent olur böyle şeyler der, Stalin'in bile Roosevelt'ten yardım aldığını yazar. Bu yüzden Marksist amirleri tarafından azarlanır: “Ne o? Sen Sovyet inkılabını ret mi ediyorsun yoksa?” Hem böyle bir mektup var mıdır acaba? “Mektubu getir”, getirir, “zarfı da getir” getirir, “peki mehaz?” Genelkurmay yayınlarından birini açar gözlerine sokar. Sen artık sadece mektupları aç derler bırak cevap mevap yazma! Komünist olmayanlar için mesai ne zordur o yıllarda.
 
 

ÜSKÜP’TEN KOSOVA'YA

 
 
Şaban Karataş genel müdür olunca onu Yugoslavya’da Sturga şiir akşamları festivaline yollar ki o güne kadar kızıllara aittir böyle seyahatler. Yavuz bir kamera ister, kayıtlar alır. Gelince görüntüler eşliğinde anlatır. Tahminlerin fevkinde ilgi bulur, yer yerinden oynar. Sonra basılır kitap olur “Üsküp’ten Kosova’ya!” O hızla nesre yönelir, 25 kitap çıkarır, bizim gibi okuma özürlü bir ülkede milyon satar.
 
Adalet Partisi’nden dört defa Sivas adayı olur, ilki 969’da. Yavuz Bey beşinci sıradadır 4’ü kazanır o kaybeder, sonra 4. sıraya yükselir 3’ü kazanır o kaybeder, sonra 3. sıraya yükselir 2’si kazanır o kaybeder, sonra 2. sırada girer biri kazanır o kaybeder o da siyaseti terk eder.
 
Kültür Bakanlığı müsteşar yardımcısı olduğunda T.C. tarihinde görülmemiş işlere imza atar. Atatürk haricinde hiçbir millî mücadele komutanının hatıratı yayınlanmamıştır, onları bulur çıkarır, Devlet Yayınları arasına alır.
O sıra seçime katılmıştır, kaybeder yerine dönmek ister. Kenan Paşa taş koymaya kalkar. Hukukçudur hakkını bilir, girmeyi başarsa da tenzili rütbeye uğrar. 1. dereceden maaş alıyordur 5. dereceye indirirler.
 
 

İLK EMİR "OKU!"

 
 
Yavuz Bülent okumayan gençlere çok kızar, konferanslarına gelenler de ilgisizdir, yanındakiyle konuşur, esner, uyuklarlar. İngiliz 400 yıl evvel Shakespeare’in yazdıklarını okur anlar, eğitimde 71 bin kelime kullanırlar. Bizde ise sadece 7 bin. Üstelik çocuklarımız bu 7 bin kelimenin %10’uyla konuşur; koştum, düştüm, ağladım, acıktım, yedim, doydum, uyudum yeter onlara.
 
Eski lügatlerimizde 81 bin kelime vardır öz Türkçe lügatlerde 3 bin civarında. Bütün bunlar Arapçadan ve Farsçadan korkmak ve kopmak uğruna. Öz anne, öz kardeş, her şeyin özü evla ama Türkçenin özü başa bela.
 
Şairimiz “Sen Turancı mısın yoksa” diyenlere “evet Turancıyım” der “soydaşlarımızla alakadarım". Kennedy “Bir ABD vatandaşı dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın hepimizin kalbi onunla birlikte çarpar”, General de Gaulle “Bir Fransız’a yapılan haksızlık bütün Fransa’ya yapılmıştır” derken bizde Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenmek suçtur, adamın istikbalini karartırlar. İnönü devrinde tabutluklara kapatırlar, o günlerde bir tıp fakültesi talebesi olan Reha Oğuz Türkkan'ı sadece ayakta durabileceği bir deliğe tıkar, yanağının yanında 500 mumluk bir ampul yakar çocuğun gözlerini kuruturlar.
 
Neticede MİT, Yavuz Bülent’i de takip eder rapor tutar.
 
Hoca Şile Belediyesinin daveti üzerine bir sohbete katılır söze Anayasa hukuku kitaplarında geçen bir cümle ile başlar. Bir deprem profesörü karısıyla birlikte ayağa kalkar “burası Atatürk Türkiye’si, ayet-i kerimeler okuyarak laikliği delemezsin” diye bağırırlar. Yetmez, savcıyı, garnizon komutanını ayaklandırır, Adalet Bakanlığına kadar. Bandı dinleyen güler, bu ne cehalet ya?
 
 

DERDİ Kİ:

 
 
1595’te Türkiye’den 30 misli büyük bir coğrafyaya hâkimdik, kaybettik. Batı bizi Anadolu’da da yaşatmak istemiyor. Çıkış yolu güçlü bir ordu ve güçlü bir lisan. Bu Türkçe ile bir şey olmaz. Bizi güdük olarak yetiştiriyorlar.
 
Sivas’ta bir festivale katıldık. Ben, Beşir Ayvazoğlu ve Ergun Göze. İki kangal iti vardı halk onların peşinde kimse bakmadı sıfatımıza. Ergun çıktı gitti. Ayvaz da dayanamadı sonunda. Oğlum kızım için 5 bin kitaplık kütüphane kurdum ellerini uzatmadılar. Niye okumuyorsunuz? Dilleri ağır anlayamıyoruz baba. Lisan ha bire zayıflıyor. Bir önceki nesil kopuyor. Ben de kitaplarımı Şemseddin Sivasi Kütüphanesine bağışladım sonunda.
 
Taşkent’te bir film festivaline katıldım, meğer kültürümüzün kökü oradaymış. Türkistan’da da Köroğlu var, Eyvaz var, ismi Çamlıbel’e benzer Çendırı Dağı var. Nasreddin Efendi var. Zengi Ata var, Alişir Nevai var. Var, var, var!
 
Yasak olduğu yıllarda Nazım Hikmet’in kitaplarını Bulgaristan’dan getirtip okudum. Türkçesi güzel. 10 veririm ama silik kalır bir Arif Nihat Asya’nın yanında.
 
 

LÜZUMSUZ MÜNAKAŞA

 
 
Yine Yavuz Bülent Bâkiler anlatıyor: Dolmuştaydım baktım arkamda bir Sünni bir Alevi münakaşa ediyorlar. “Arkadaşlar kusura bakmayın” dedim, “yüksek sesle konuştuğunuz için dinlemek zorunda kaldım.”
-Yok, estağfirullah.
Alevi’ye döndüm “Bir hususu sizden öğrenmek istiyorum."
-Buyur efendi?
-Hazret-i Ali korkak mıydı?
-Hayır asla!
-Cesareti üzerinden kaç puan verirsin ona?
-On veririm
Ben yüz veriyorum dedim. Peki Peygamber efendimiz "haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" buyurdular mı?
-Buyurdular.
-Hazreti Ali haksızlık karşısında susar mı?
-Mümkün mü?
-Kaç veriyorsun bu konuda.
-Yüz veriyorum.
-Ben bin veriyorum. Anlaştık mı?
-Anlaştık.
-Eğer halifeliğin hakkı olduğuna inansaydı, Hazreti Ebubekir karşısında susmaz. Benim oturmam lazım derdi açıkça. Peki böyle bir itirazda bulundu mu?
-Bulunmadı.
-Hazret-i Ömer'e, Hazreti Osman’a?
-Onlara da bulunmadı.
Peki bize ne oluyor da 1400 yıl sonra Sivas'ın Ulaş nahiyesinden Hazreti Ali gibi bir âlime akıl öğretmeye kalkıyoruz. Haydi çağıralım onları, sen kalk sen otur diyelim bitsin şu kavga.
-Bu mümkün değil ama!
-İyi de neyi tartışıyoruz o zaman? Ne hakkımız var Hazret-i Ali’nin (kerremallahü vecheh) kemiklerini sızlatmaya?
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.