Moskova’dan St. Petersburg’a…

A -
A +

Günlerdir Rusya seyahatindeyim... Moskova günleri çabuk bitiyor ve bu kez St. Petersburg’a doğru hızlı trenle yola çıkıyoruz. Tren raylarının tıkırtısı, ruhumun sessizliğini bozsa da aniden başlayan tabiatın muhteşem ziyafeti beni başka bir hikâyeye taşıyor. Camdan dışarı bakarken, Rusya’nın uçsuz bucaksız tabiatıyla baş başa kalıyorum. Moskova’dan St. Petersburg’a uzanan bu yolculuk, sadece bir mesafe değil, bir çağlar geçidi gibi. Ormanlar, göller, küçük köy evleri; hepsi bir tablonun fırça darbeleri gibi gözlerimin önünden akıyor. Yeşilin bütün tonları azı endam ediyor. Bu manzara, Dostoyevski’nin, Puşkin’in satırlarını, kitaplarını yeni baştan hatırlatıyor.

 

Tren, dört saatin sonunda St. Petersburg’un kalbine, Moskovsky Vokzal’a varıyor. Şehir, bir masal diyarına açılan kapı gibi karşılıyor beni. Neva Nehri, şehrin can damarı gibi bütün şehrin içini dolanıyor. Neva bir nehri değil, âdeta bir denizi andırıyor. St. Petersburg, bir mimari senfonisi ve bir taş ve su ahengiyle sarmaş dolaş. Her köşede bir saray, her sokakta bir hikâye karşılıyor beni.

 

Şehrin kalbi, Kışlık Saray’da atıyor. Şehir merkezindeki bu yapı inanılmaz ihtişamlı. Neva’nın kıyısında, yeşil ve altın tonlarıyla yükselen bu muhteşem yapı, Çarlık Rusya’sının ihtişamını fısıldıyor. Hermitage Müzesi’ni barındıran saray, sadece bir bina değil, Rusya tarihinin hazinesi gibi. İçeride, Rembrandt’tan Leonardo’ya, sanatın devleri resmigeçit yapıyor...

 

Sarayın pencerelerinden Neva’ya bakıyorum. (Her fırsatta Osmanlı’nın sarayları üzerinden devrin padişahlarını eleştiren malum zavallı güruha bu şehri ve saraylarını göstermek lazım.) Neva’nın öte yakasında, Peter ve Paul Kalesi yükseliyor. Burası, Romanovlar sülalesinin hem başlangıcı hem sonu. Kale, Rus tarihinin sessiz tanığı.

 

Ve bir sürprizle karşılaşıyorum. Yüreğimi titreten bir sürpriz! Şehir merkezinde yaşayan Tatar Türklerinin yaptırdığı Tatar Camii’nin turkuaz kubbesi beliriyor önümde. Sankt-Peterburg’un çok kültürlü ruhunu yansıtan bu cami, zarif minareleriyle, turkuaz rengi çinileriyle âdeta bir nakış gibi duruyor. İçerisindeki sükûnet, Neva’nın dalgalarıyla uyum içinde. Caminin avlusunda, bir an için kendimi Tataristan Kazan ve Buhara’da sanıyorum. Tarih, Tatar Camii’nde bana neler neler fısıldıyor! Yüreğim burkuluyor...

 

Şehrin mimarisi, bir açık hava müzesi gibi. Nevsky Prospekt’te yürüyorum. 19. yüzyılın zarafetiyle 21. yüzyılın telaşı kucaklaşıyor gibi. Dükkân vitrinleri, kafe kokuları, sokak çalgıcılarının melodileri; hepsi bu caddenin nabzını tutuyor. Bir köşede Puşkin’in dizeleri, diğer köşede Dostoyevski’nin melankolisi saklı.

 

Neva’nın köprülerinden geçerken yeni hikâyelere de geçiyorsunuz aslında. Bu şehir bir açık hava müzesi. Sanırım dünyada bu şehir kadar mimarisini korumuş, tarihini mücevher gibi saklamış ve ayakta durmuş bir başka şehir yok! Açıkçası bu şehri gezinirken içim sıkılıyor. İstanbul’a ihanetimizi yeni baştan hissediyorum. Biz meğerse İstanbul’a ihanetin ve acının en büyüğünü yaşatmışız!

 

İlber Ortaylı Hoca’nın söylediği gibi bir insan ölmeden önce mutlaka bir şekilde yolunu St. Petersburg’a düşürmeli ve bu romantik, estetik ve zarif şehri görmelidir. Şehir, bir masal şehrini andırsa da bütünüyle hakikat. Bu hâliyle kıskanıyorum Deli Petro’nun şehrini!..

 

Peterhof kasabası şehir merkezine yarım saat uzaklıkta. Yazlık Saray, bahçeleriyle, altın çeşmeleriyle Baltık Denizi kıyısında bir başka masal. Baltık’ın serin esintisi, sarayın taşlarına değiyor. Burada inanılmaz bir manzara ve güzellik var.

 

Hasılı St. Petersburg, sadece bir şehir değil; bir ülkenin tarihî serencamı... Neva’nın sularında, tarihin, sanatın ve tabiatın aksi birleşiyor. Moskova’dan başlayan bu tren yolculuğu, asırlık bir hikâyenin içine taşınmış meğer...

 

 

 

Meryem Aybike Sinan'ın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.