19 Ocak Cumartesi günü sabahı bilgisayarımın başındayım. Gelen maillere bakıyorum. "Birinden gelen" ve "bana bir şeyler öğretecek olduğunu" çok iyi bildiğim maili hemen açıyorum: Ekranda bir cümle beliriyor: "Telâfi edemeyeceğimiz 4 durum vardır!.." Sonra başlıyor: 1 - Taş... atıldıktan sonra 2 - Söz... ağızdan çıktıktan sonra 3 - Fırsat... kaçtıktan sonra 4 - Zaman... geçtikten sonra "O dakikalarda", kim bilebilirdi ki, bu maili okuduktan 12 saat geçmeden ben "beşinciyi ekleyeceğim" o mesaja: "Dost... gittikten sonra" "Sabah", Cüney Ağabeyimdi o maili yollayan ve "gece" yüreklerimizi yakarak giden de O'ydu!.. Sevgili kardeşim Hıncal gelmişti hafta sonu İzmir'e ve "Cüneyt Ağabey'in ağır bir trafik kazası geçirdiğini, hastaneye kaldırıldığını, doktorların müdahale ettiğini, durumun çok tehlikeli olduğunu, Allah'tan ümidin kesilmemesi dileklerinin yaşandığı, acılarla dolu saatler geçirdik, beraberce"; ellerimizde telefonlar, "çaldıkça" ümitle açıyor, sonra biz "birilerini arıyor", onlardan "bir damlacık ümit ışığı" umuyorduk; heyhat!.. Cüneyt Ağabeyin gidişi ile birlikte "50 yılı aşan" bir dostluk, bir "ağabey - kardeşlik", bir "hoca - çıraklık", unutulmaz, unutulmayacak bir "dostluk" da bitmişti; ardında "hiç hatırımdan çıkmayacak" nice acı - tatlı anılar bırakarak!.. "Öcal, bu futbolu yazmaktan bıkmayacak mısın, biraz da başka şeyler yaz... Hani sen atletizme, basketbola, tenise aşıktın?.." "Öcal, Gözlem'de bu hafta yazdığın fıkra müthiş yahu. Nereden buluyorsun bunları ve nasıl Türkiye'deki gelişmelerle bir araya getiriyor, 3 - 5 cümlede en ağır eleştirileri yapıyor, en açık mesajları veriyorsun?.. Seni İstanbul'a alalım, sen İzmir'de körleniyorsun. Bak istersen birileri ile konuşurum!.." "Öcal, bak gözüm arkada kalacak, yahu seni ne zaman bir olimpiyata, bir Dünya Atletizm Şampiyonası'na götüreceğiz? Bir defalık şu uçağa binmeme inadından vazgeç de, yan yana bir Dünya rekoru izleyip alkışlayalım, yazalım!.. Atina'ya bile gelmedin, var mısın Pekin'e?.." Telefondaki "o neşeli fırçalarını, övgülerini, yergilerini" unutmam mümkün mü?... Onun elbette "bir ailesi vardı"; ama biliyorduk ki, "biz" de onun ailesiydik; "Uluçlar!.." Ve biz de O'nu, "Uluç ailesinin ağabeyi olarak" sevgiyle, saygıyla, gönülden ve yürekten kabul eder; "Cüneyt Abi" sözünü "gerçek anlamıyla ve bütün duygusallığı ile" kullanmaktan keyif alır, onur duyardık!.. Ben Uluç kardeşlerin en büyüğüyüm; "benim abim yoktu"; ama "sonradan oldu"; işte o Cüneyt Koryürek'ti!.. Cüneyt Ağabey!.. Çok değişik, çok çarpıcı, hayal gücü inanılmaz, üreticiliği, çalışkanlığı, zekası, aklı, okumuşluğu, görmüşlüğü, dostluğu, arkadaşlığı, dobra dobracılığı emsalsizdi; adam gibi adamdı ve tam bir İstanbul beyefendisiydi!.. Olimpiyat ve atletizm üstadı, "damak tadı ve bilgisi" mükemmel (Yani, "gurme değil, şikemperver idi"), "kültür" olarak tam bir "ayaklı" kütüphane idi!.. 77 yıllık hayatına çok şey sığdırdı; mükemmel bir tahsil, Türkiye'de çağdaş halkla ilişkilerciliğin kuruculuğu, spor adamlığı, sporcu yetiştiriciliği, rekortmen sporcuların hocalığı, spor yöneticiliği, federasyon başkanlığı, atletizm ve olimpiyat yorum ve yazarlığı, kitap ve makale yazarlığı, Cumhurbaşkanlığı danışmanlığı, yüksek okullarda ve fakültelerde halkla ilişkiler, reklam ve gazetecilik hocalığı ve daha niceleri, "Avrasya Kıtalararası Maratonu" gibi, ülke ve dünya çapında organizasyonlar dahil!.. Gazetecilikte iki hayali vardı; bir; "batılı anlamda" bir "magazin dergisi", iki; yine batıdaki örneklerine benzer bir "pazar gazetesi" çıkarmak!.. Bunlar için yıllar yılı birçok toplantılar yaptık, ne var ki "sermayedar adayları" sonunda vazgeçtikleri için, bu hayallerini hayata geçiremedi; sanırım "bürosunda" her tarafı kaplayan ve zaman zaman kendisinin bile kaybolduğu, "siyah" Brezilya tütünü purolarının ya da "en iyi tütünleri harman ettiği" pipolarının "sert ama nefis" kokularının sindiği o kitaplar, belgeler, dosyalar, dergiler yığınlarının içinde, "hatta mizanpajları ile" hayalindeki derginin ve gazetenin taslakları duruyordur, hâlâ!.. Ey büyük Allah'ım, yeter artık; bu kadar kısa zamanda, İstanbul'a bu kaçıncı defa "çok sevdiğim" insanları "toprağa vermek için" geldim: Önce Orhan Mizanoğlu, ardından Baba Kâzım, şimdi de Cüneyt Ağabeyim!.. İnsanın "en sağlam" uzvu yüreği galiba!.. Bu kadar acıya nasıl da dayanıyor!.. Ağlıyorum!..