Algoritma çağındayız. Neyi daha çok merak ediyorsak onu bize daha çok gösteren düzeneğin adı algoritma.
Sadece kendi görüşümüze, kendi fikriyatımıza yakın insanlarla görüşüyorsak çoğunluğun bu fikre kapıldığını düşünmemiz bundan.
Artık e-Ticaret siteleri daha önce yaptığımız alışverişlere göre düzenliyor ana sayfalarını. Ama sadece bu kadarla değil. Fiziksel bir mağazaya gittiğinizde kasada ödemeyi beklerken oradaki ekranlar da sizi tanıyor ve bazen size özel, bazen de o anda aldıklarınızı tamamlayacak ürünler öneriyor. İşte bu bir algoritma.
Sosyal medyada bir kavga haberi dikkatinizi çekti diyelim. Algoritma dikkatinizi ölçüyor. Diğer haberleri, paylaşımları hızlı hızlı geçti ama bu kavgayı sonuna kadar izledi. Demek ki bu kişi şiddete ya da en azından şiddeti izlemeye meyilli. Bir de bakıyorsunuz sosyal medya sayfanız dünyanın çeşitli yerlerinden kavga görüntüleriyle dolu. Arjantin’deki, Fransa’daki kavga görüntülerini ben neden izliyorum diye düşünmemeye başlarsınız. Çünkü sosyal medya sizi tanımıştır artık.
Beni sosyal medya hesaplarından takip edenler bilir, olumlu, güzel haberleri bulup çıkarmayı severim. Zaman zaman duygulandıran, zaman zaman güldüren ama sonundaki mesajı hep iyi duyguları uyandırmak olan paylaşımlar yapmaya çalışıyorum.
Ama olumsuz içeriklere rağbet varken neden zor yoldan gidiyorsun diye soracak olursanız, ben de tersine bir algoritma çalıştırmaya çabalıyorum.
Mesela “komşularla ilgili bir haber” yazarsanız arama motoruna, birbirini yaralayan, hatta katleden komşu haberlerini görürsünüz. En son ne zaman “iyi komşuluk” haberi okudunuz? Ha, okuduysanız da yine bizim gazetemizde okumuşsunuzdur ama başka bir medyada görme şansınız yok.
İşte bu yüzden de “komşuluk bitti” diye düşünürüz. İşte bu algıyla yeni evlenen gençler yan komşularının kapısını çalmıyor bile. “Aman ha, kimseyle muhatap olma, aman ha tanışma, görüşme, konuşma” diyor size toplumu yöneten, yönlendiren bu görünmez algoritma.
Daha bir yıl olmadı taşınalı. Yeni evimizde muhteşem komşularımız var. Altı daireli bir apartmanda beş daire dolu. Eski evimizde oğlumun minik ayak seslerine tahammülü olmayan ve bizim oradan taşınmamız için bütün apartmanı âdeta seferber eden kişilerin görevi bizi bu yeni komşularımızla tanıştırmakmış meğer. Sadece vesilelerdi.
Eşim bu hafta içi çok ağır bir virütik hastalık geçirdi. İki-üç gün boyunca yüksek ateş, yutkunamama, su bile içememe, boğazda şişlik gibi sonuçları oldu.
Akşamüstü üst komşum Erol abi aradı. “Ömer kapıyı açar mısın” diye. Açtığımda elinde bir tepsi, içinde çorba tenceresi, yemekler, çeşitli ikramlıklar. Eşi hanımefendi eşime hasta çorbası yapmış. O çorbanın tadını anlatayım desem “Ne abarttın be Ömer” dersiniz. Ama işte zor zamanda, hastalık anında o çorbaya değer biçilebilir mi?
Bir saat geçti, telefonda tekrar Erol abi. Bizim oğlana tatlının dokunduğunu biliyorlar, o nedenle tepsiye tatlı koymamışlar. Oğlanın uyku saati de gelince telefondan şöyle bir ses geldi: “Tatlı servisimiz başlamıştır.”
Ertesi gün yine aynısı, bu sefer başka bir şifalı çorba. Üçüncü güne çok şükür eşim iyileşmişti.
Ben hayatın içinden böyle duygusal, içten, samimi hikâyeleri yazınca bazıları şöyle cevap veriyor: “Hep böyle olaylar sizi mi buluyor?” Yani “Oturup kafandan uyduruyorsun” demenin kibarcası bu...
Hayır, hayatın içinde böyle duygusal, içten samimi hikâyeler, böyle insanlar her zaman var. Fakat biz üst komşumuzun iyi alt komşusu olmayı başaramadığımızda o da bizim mükemmel üst komşu olmuyor. Yahut biz o çorbayı içmeye hazır olmadığımızda o çorba da bizim için hazırlanmıyor.
Önce kendimizi, sonra da en azından bizi çepeçevre kuşatan algoritmalarımızı değiştirmemiz gerekiyor. Güzel şeyler duymak için güzel şeyler söylemeye başlamamız gerekiyor...
Allah bizleri istikamet üzere kılsın. Sizlere, sizlerin bizleri okumak için harcadığınız dakikalarınıza ve göz nurlarınıza layık eylesin. Âmin...
Ömer Ekinci'nin önceki yazıları...