Padişahlar da ölür…

A -
A +

*Sultan Vahîdeddin, ağabeyi Sultan Reşad’ın naaşını görünce, “Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısaymış’” demişti...

 

 

 

 

 

Hükümdar da olsa insanoğlu için ölüm, nihayet kaçınılmaz. Ama sıradan biri olmadığına göre, Osmanlı padişahları vefat ettiğinde ihtişamlı bir sükûnet içinde hususi merasimler icra edilirdi.

 

Bir padişahın vefatı vuku bulduğunda, kızlar ağası vaziyeti hemen sadrazama haber verir. O da ileri gelen devlet ricali ile saraya gelip, Kubbealtı’nda veya Sünnet Odası’nda yeni padişahın cülusunu bekler. Müvekkil ölünce vekil azledilmiş olmadığından, sadrazam cenaze ve biat merasimlerinin yapılması için lazım gelen yerlere emir verir. Nihayet cenaze yeni padişahın iradesi ile kaldırılır.

 

Sultan I. Murad, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman seferde, Yıldırım Sultan Bayezid Akşehir’de sürgünde, Sultan II. Bayezid Dimetoka yolunda, Sultan II. Selim Çorlu’da, Sultan II. Süleyman ve II. Ahmed Edirne’de vefat etti. Padişah sıradan biri olmadığı için, emniyet sebebiyle cenazesi Maliki mezhebini takliden payitahta nakledildi.

 

Veliaht uzakta ise, o gelene kadar padişahın vefatını saklamak âdet olmuştur. Çelebi Sultan Mehmed’in vefatı 41, Sultan II. Murad’ınki 13, Sultan Fatih’inki 11 gün, Kanuni Sultan Süleyman’ınki 48 gün gizlendi.

 

Eğer veliaht sarayda ise, padişahın başyaveri mesabesindeki silahtar ağa, yanında kızlar ağası ile yanına giderek vefatı haber verir, onu tahta davet ve cülusunu tebrik ederler.

 

Osmanlı tahtına yeni bir padişahın oturduğu bütün Osmanlı memleketlerine fermanlar gönderilerek ilan olunur. Cuma namazlarında hutbelerde yeni padişahın adının anılması ve adına para basılması emredilir.

 

Yeni padişah tahta çıkınca eski padişahın annesi, hanımları, kızları ve cariyeleri Bayezid’deki eski saraya gönderilir.

 

 

Osman Gazi Türbesi
Osman Gazi Türbesi

 

Arslanım, başın sağ olsun!

 

 

Sultan İbrahim, çok sert bir padişah olan ağabeyi Sultan IV. Murad’ın vefatı kendisine haber verildiğinde inanmamış, ağabeyi tarafından imtihan edildiğini düşünerek, zekice davranıp, “Siz bana hile edersiniz. Bana taht ve saltanat lazım değil. Kardeşim sağ olsun” demiş ve dairesinden çıkmak istememişti. Bunun üzerine annesi Mahpeyker Valide Sultan gelip “Aslanım başın sağ olsun, taht seni bekliyor” deyince, çıkmaya razı gelmiş, nihayet ağabeyinin naaşını gördükten sonra ikna olmuştu.

 

Veliaht bir kolunda silahtar öbür kolunda kızlar ağası olmak üzere padişahın naaşını gördükten sonra dışarı çıkar, üçüncü kapı önünde kurulan tahta oturarak tahta cülus ederdi. Ancak işler her zaman böyle cereyan etmezdi.

 

Sultan III. Mehmed’in rahatsızlığı saray dışında duyulmamıştı. Sadrazam, orduyla beraber seferde idi. Sadaret kaymakamı Kasım Paşa Kubbealtı’na gelip divanda oturduğunda, kendisine padişahın hattı hümayunu getirildi. “Sen ki Kasım Paşasın. Babam, Allah emriyle vefat etti. Ben saltanat tahtına oturdum. Şehri sıkı zapt et, bir fesat olursa başın keserim” yazıyordu.

 

Kasım Paşa şaşırdı, “Padişahımızın hayatta babası yoktur. Maksat bizi imtihan mıdır?” diye bir tezkere yazıp kızlar ağasına yolladı. Bunun üzerine Kasım Paşa’yı tek başına arz odasına davet ettiler. Orada yeni padişah Sultan I. Ahmed’in oturduğunu gördü. Vaziyeti anladı. Yeri öperek dışarı çıktı.

 

 

Cenaze otağı

 

 

Padişahın naaşı, has oda arkasındaki mabeyn kapısından çıkartılır. Zülüflü baltacılar tarafından Hırka-i Saadet çeşmesi önüne kurulmuş olan sayeban (gölgelik, çadır, otağ) altına konur. Hükümdar cenazesi üzerine otağ kurmak eski bir Türk âdetidir. Osman Gazi’den Sultan II. Mahmud’a kadar tatbik edilmiştir.

 

Yeniçeri ağası ile sekbanbaşı naaşı ziyaret edip ocak adına kendisine son vedada bulunur. Naaş, Bâbüssaade önündeki tahtadan musallaya bırakılır. Dârüssaade ağası yazıcısı tarafından yıkanıp kefenlenir, hazırlanan tabuta konur. Elbiseleri ve çamaşırları kesilerek çıkarılır, bir sandığa konularak hazine dairesinde muhafaza edilir.

 

Padişahın vefatı, Ayasofya, Süleymaniye, Sultanahmed gibi selâtin camilerinden ve saraydaki Adalet Kulesi’nden sala verilerek ilan edilir. Yeni padişahın tahta çıktığı tellallar vasıtasıyla, ayrıca toplar atılarak duyurulur.

 

 

Sultan Abdülaziz’in cenazesi
Sultan Abdülaziz’in cenazesi

 

Ters eyerli üç at

 

 

Vefat eden padişahın tabutunun üzerine konulan kavuğuna siyah sorguç takılır. Eski Türk adetinde asgari üç gün en fazla bir hafta matem (yas) tutulurdu. Müslümanlıkta bu tavsiye edilmediği için, Osmanlılarda ciddiyet tavrı takınılırdı. Herkes siyahlar giyinir, siyah sarık sarar. Atlarına çok düşkün Sultan IV. Murad’ın cenazesinde Padişah’ın üç atı ters eyerlenerek tabut önünde götürülmüştür.

 

Kanuni Sultan Süleyman vefat ettiği zaman devlet erkanının siyah elbiseler giyip siyah şallar sardığını Selânikî tarihi yazmaktadır. Selânikî bir padişah cenazesini en etraflı anlatan belki de ilk tarihçidir.

 

Hırka-ı Saadet dairesi önünde kılınan cenaze namazını şeyhülislam, mazereti varsa padişahın emriyle Rumeli kazaskeri veya hünkâr imamı kıldırır. Sultan Fatih’in namazını Şeyh Vefa kıldırmıştı. Yeni padişah üçüncü kapıdan girince karşıya gelen Arz Odası kapısı önünde durarak namaza katılır. Eski padişah yeni padişahın emrettiği yere alayla götürülüp defnedilir. Cenaze alayında saray mensuplarından yalnız kızlar ağası bulunur.

 

 

Padişahın dublörü

 

Kanuni Sultan Süleyman'ın kabri kazılırken
Kanuni Sultan Süleyman'ın kabri kazılırken

 

 

Seferde vefat eden Kanuni Sultan Süleyman’ın naaşı bozulmaması için gasledildikten sonra, misk ve anberle oğuldu. Sonra hususi tabibi Kaysunizade tarafından, bal, mürrüsafi, öd ağacı, kafuru ve gül suyundan mamul bir halita sürüldü. Bu yapılırken hünkâr imamı Derviş Efendi salevat getiriyordu.

 

Otağı hümayunda tabip ve ağalardan müteşekkil 12 kişilik bir cemaat cenaze namazını kıldı. Sonra Padişah muvakkat kabrine konuldu ki, şimdi buraya Türbek denilmektedir. Ama karnının yarılıp ahşasının (iç uzuvlarının) alınarak gömüldüğü doğru değildir. Türklerde tahnit (mumyalama) böyle yapılmaz.

 

Vefatı, askeri huzursuz etmemek için, eski bir Türk âdeti mucibince 50 güne yakın askerden saklandı. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, hemen Kütahya’daki veliaht Şehzade Selim’e ulak yolladı. Sonra Padişah’a çok benzeyen Hasodalı Bosnalı Hasan Ağa’ya velinimetinin elbiselerini kuşandırıp Padişah rolüne soktu. Kalenin fethini müteakip Hasan Ağa’yı Padişah’ın arabasına oturttu. Zaman zaman askere el salladı. Padişah zaten hasta olup, sefere arabayla geldiği için kimse şüphelenmedi.

 

Ulak 8 gün içinde haberi ulaştırdı. Şehzade Selim, Kütahya Ulucami’de hutbe okutup tahta çıktı. Sonra yola koyuldu. Belgrad’da cenaze alayına yetişti. Cenaze yeni padişahın otağı önüne konuldu. Velisi ilk namazda bulunmadığı için, cenaze namazı 25 bin kişilik bir cemaatle tekrar kılındı. Namazı Hâce-i Sultani Ataullah Efendi kıldırdı. İstanbul’da üçüncü defa namazını Şeyhülislam Ebussuud Efendi, bir rivayette Nakibüleşraf Muhterem Efendi kıldırdı. Velisi hazır bulunmayan cenazenin namazı tekrar edilebilir. Halkın heyecanı üzerine Şafiiyi takliden 3. defa kılınmıştır. Muhterem Efendi Şafii idi.

 

 

Haciz konulan cenaze

 

Sultan Vahideddin’in cenazesi
Sultan Vahideddin’in cenazesi

 

 

Sultan Abdülhamid’in, harbin buhranlı son zamanlarına denk gelen cenazesi çok kalabalık ve hüzünlü oldu. 11 Şubat 1918 tarihindeki cenaze merasiminde bulunan tarihçi Ahmed Refik olup bitenleri “Sultan Abdülhamid-i Sânî'nin Naaşı Önünde” serlevhalı yazısında hisli bir şekilde anlatmıştır.

 

Pencerelere çıkan kadınlar, “Bir kuruşa ekmek yediren, yirmi kuruşa kömür yaktıran padişahımız, bizi kimlere bırakıp da gidiyorsun!” diye ağlıyordu.

 

Bundan birkaç ay sonra vefat eden Sultan V. Mehmed Reşad’ın naaşını gören biraderi Sultan Vahîdeddin, “Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısaymış’” demiş, üstelik âdet hilafına kabre kadar cenaze alayına katılmıştır.

 

En hazin padişah cenazesi, Sultan Vahîdeddin’inkidir. 1926’da sürgünde vefat eden Padişah’ın tabutuna alacaklılarca haciz konmuş, cenaze günlerce sonra gemiyle Şam’a gönderilerek defnolunmuştur. Mübarek bir beldede, kalabalık bir Müslüman cemaatle gömülmesi en büyük teselli olmuştur.

 

 

“Sultan Abdülhamid-i Sânî'nin Naaşı Önünde”

 

 

Ahmed Refik’in Sultan II. Abdülhamid’in cenaze merasimini anlattığı yazıdan hülasa:

 

“Cenaze istimbotla getirildi. Baştan aşağı siyahlar giyinmiş bir kafilenin omuzları üzerinde beyaz bir çarşaf içinde, turuncu yeşil nakışlı siyah bir şala sarılı hâlde sedye ile götürüldü. Önde saray muhafızı, yanda iki sıra asker, etrafta enderun ağaları, saray erkânı, arkada Şehzâde Selim Efendi, damatlar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Hademeden biri, Padişah’ın fesini taşıyordu. Üzerine beyaz mendil örtülmüştü.

 

Sedye lale bahçesi önünden geçirildi. Hırka-i Saadetin yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar Mecidiye Kasrı’nda, cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı, içeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi.

 

Hacet penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. İki yeşil kerevet üzerinde serviden altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerine yatırılmıştı. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı hoca ellerinde lifler, misk sabunları ile naaşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü.  Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu. Fildişinden câmid [cansız] bir cisim gibiydi. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu. Herkes huşu içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alametleri görülüyordu.

 

 

Sultan Abdülhamid’in cenazesi
Sultan Abdülhamid’in cenazesi

 

 

Hırka-i Saadet Dairesi tarihî bir gün yaşıyordu. O gün vakayi [hadiseler] ile dolu uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar, Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Naaşa sıcak su döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlıklardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu. Etrafta hâşiâne [huşu içinde] bir sükûn sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasır üzerinde ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayakucunda, direğin yanında damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri naaşa matuf, müteessirâne ağlıyorlardı.

 

Nihayet naaşın yıkanması bitti, sarı işlemeli havlularla kurulandı. Tabut yere indirildi. Teneşir, tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in naaşı hürmetle tabuta indirildi. Kefen bağlandı, tabut kapandı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayak ucuna laciverte yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üste Kâbe örtüleri, kıymettar taşlarla süslü kemerler konuldu. Tabutun başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu.

 

Sultan Abdülhamid son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti, hatta vasiyet etmişti. Göğsüne ahidname duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destimali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi. Sultan Abdülhamid’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidname duası, yüzünde siyah Kâbe örtüsü, ak sakalı ebediyete doğru kapanmış gözleri ile Huzur-ı İlahi’ye gidiyordu.

 

Arzhane önünde bir ayak sesi işitildi. Damat paşalardan muhterem bir zat, müteessirâne adımlarla ilerledi. Hırka-i Saadet duvarının köşesinde melül ve mahzun durdu. Ellerini açtı, gözleri tabutta olduğu hâlde kısa bir dua etti, samimi bir hıçkırık, kubbelerde akisler bıraktı.

 

Saat dokuz... Hırka-i Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Ecnebiler bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar hürmetle istikbal ediliyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Veliahd-ı saltanat, şehzadeler, büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu.

 

Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde, mehib [heybetli] ve muhteşem, dışarı çıktı. Erkan-ı devlet, zabitler Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısı önünde yüksek bir mevkiye konuldu. Hamidiye Camii’nin Kürsü Şeyhi, sırmalı yeşil esvabı, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı, etrafına bakınarak sordu: ‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’ Velveleli, hazin, müteessir bir ses, serviler arasından aksetti: ‘İyi biliriz!’ Kısa bir Fatiha bu merasime de nihayet verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphanesi’nin, Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti. Bâbüssaâde önüne geldi, cenaze namazı burada kılındı.

 

Alay burada tertip edilecekti. Şehzadeler, âyân, mebusan, erkân-ı devlet, sefirler, ümerâ, saray ağaları hep buraya toplanmışlardı. Arada sırada, teşrifat memurlarının, sırmalı kıyafetleriyle, ellerinde beyaz bir kâğıt: ‘Âyân, mebusan, ricâl-i ilmiye, ümerâ…’ diye çağırdıkları işitiliyordu. Nihayet alay tertip edildi. Servilerin önüne hademe-i şahane, zabitler dizilmişlerdi. Piyadeler, silâhlarını omuzlarına asmışlar, kemâl-i sükûnetle yürüyorlardı. Tabutu taşıyanlar, Enderun-ı Hümayun ağaları ve saray erkânıydı.

 

Tabut, Bâbüssaâde’den orta kapıya kadar, serviler arasından yavaş yavaş ilerledi. Orta kapıdan çıktı. Enderun ağaları salât okuyorlardı. Herkes tabutun arkasından hürmetle yürüyordu. Şâzeli dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arab makamı ile okudukları kelime-i tevhid, tekbirler ve naatlar arasında, aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Orta kapı ile Bab-ı Hümâyûn arası Alman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın Aya İrini kilisesi, son devrin askerî müzesi önünde, Mehterhane takımı, cesim (büyük) kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızı bayraklarıyla durmuşlardı.

 

Cenaze Bab-ı Hümâyûn’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesi’ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınlar ve çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Cenazeyi görenler müteessir oluyorlardı. Cenazeyi lâkaydane [umursuzca] seyredenler de vardı. Son bir hıçkırığı andıran Allah! Allah! nidalarıyla tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid Han, kabre indirildi.”

 

 

 

 

 

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.