
İmam Ebu Hanife hazretlerinin cenazesinde elli bin kişi bulundu. Hayzuran’a defnini vasiyet ettiği öğrenilince, halife gözyaşlarını tutamamış, öldükten sonra bile bize nasihat ediyor demiştir.
VIII. asırda Irak’ta yaşamış bir zât, tarihte hiçbir âlime nasip olmayacak şekilde, milyonlarca kişinin takip ettiği bir hidayet ve feyiz kaynağı olmuştur. Ebu Hanife, Türklerin de tabi olduğu ve onları dünya hâkimiyetine taşıyan yolun kurucusudur.
İmam Ebu Hanife, 80/699 senesinde Irak’ın Kûfe şehrinde doğdu. Esas adı Numan idi. Ecdadı Kâbil’den gelme Fars asilzâdelerinden idi. Dedesi Zûta’nın babası Mah (Hürmüz), Sâsânîlerin Bağdad valisi (merzban) idi. Zûta, Hazret-i Ömer’in elinde Müslüman olmuş ve Numan ismini almıştı. Babası Sabit ise Hazret-i Ali ile görüşmüş, hatta doğum gününde kendisine faluzeç (tereyağlı fıstık ezmesi) ikram ederek hayır duasını almıştı.
Araplarda herkes Ebu lakabıyla anılır. Ebu “babası” demektir. Resulullah Efendimizin künyesi Ebu’l-Kasım idi ki, Kasım’ın babası demektir. Ama bu lakap her zaman çocuğu kastetmez. Nitekim Ebu Hanife’ye bu künyenin verilişi, hanîfe adında bir kızı olduğundan değildir. Bel kuşağında, Irak’ta hanîfe denilen bir hokka-kalem takımı taşıdığı için veya doğru itikadı (hanîfliği) sonraki nesillere ulaştırıp bir cihetle hanîflerin manevî babası olduğu için bu künye ile anılmıştır.
İmam-ı A’zam (En Büyük İmam) lakabı ise, Ehl-i sünnet itikadının bir nevi kurucusu olarak görülmesinden dolayıdır. İmam, Arapça önder demektir. Dinî ilimlerde sözü sened olan âlimlere verilen isimdir.

Ebu Hanife, fevkalâde kabiliyetleri sayesinde küçük yaştan beri ilimle meşgul olmuş; Enes bin Malik hazretleri gibi Sahabe’den birkaçına yetişerek bunlardan hadîs rivayet ettiği için Tâbiîn denilen ve Cenab-ı Peygamber tarafından övülen üç zümreden ikincisine mensuptur.
Evvela kelâm ile meşgul olarak, zamanının heretik (sapkın) cereyanlarıyla mücadele etti. Hazret-i Peygamber ve eshabının bildirdiği inanç bilgilerini sistematik şekilde topladı. Bu hususta Fıkh-ı Ekber adıyla bir kitap yazdı. Bu kitap, Müslümanların Ehl-i sünnet itikadının esasının sonraki nesillere naklini temin eden çok mühim bir eserdir.
Onun için Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri der ki: “Yahudi ve Hristiyanlar arasında böyle bir âlim bulunsaydı, bugünki vaziyete düşmezlerdi.” Âlimler, “İman Süreyya yıldızına gitse, Fars oğullarından biri onu alıp getirir” hadisinin Ebu Hanife’yi müjdelediğini söyler. Çünkü Fars oğullarındandır. Süreyya yıldızı, bugün Boğa yıldız kümesidir ki, edebiyatta mecazen uzaklığı sembolize eder. Ülker ve Pervin de denir.
Ebu Hanife, tâbiîn ulemasının önde gelenlerinden Hammâd bin Süleyman hazretlerinden 18 sene ders okudu. Hocası vefat edince, Kûfe âlimleri tarafından onun kürsüsüne geçirildi ve şehrin müftüsü olarak kabul gördü.
Emevîlerin son halifesi Mervan zamanında Irak valisi Yezid bin Amr, kendisine Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklif etti ise de, zühd ve takvası da, ilmi ve zekâsı gibi çok olduğundan kabul etmedi. İnsanlık hasebiyle kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktu. “Danışayım” deyip izin aldı. Mekke’ye gidip, birkaç sene orada kaldı.
Emevilerin düşüşünü müteakip Kûfe’ye döndü ise de baskının daha beterine maruz kaldı. 150/767’de Abbasi halifesi Mansur’un emrettiği kâdiyül-kudât (temyiz mahkemesi reisliği) makamını kabul etmediği için zindana atıldı. Burada vefat etti.
İmam’ın cenazesinde elli bin kişi bulundu. Hayzuran’a defnini vasiyet ettiği öğrenilince, halife gözyaşlarını tutamamış, öldükten sonra bile bize nasihat ediyor demiştir. İstimlak edilen asri kabristana defnini istememişti. Hayzuran, eski bir kabristandı.
Bağdad’daki mezarı üzerine Selçuklular mükemmel bir türbe ve yanına da medrese yaptırmıştır. Osmanlı padişahları da bu türbeyi çok defa tamir ve tezyin ettirmiştir.
Bu duruşu, politik tavır olarak zannedildi. Hâlbuki zannedilenin aksine politikaya karışmamıştır. Haşimi isyanlarını desteklediği iddiası, onun prestijini kullanmak üzere Şii propagandasından ibarettir. Nitekim Mansur’un teklif ettiği, Bağdad şehrinin inşasına nezaret etmek üzere bir nevi fen memurluğu vazifesini kabul etmiştir. Ebu Hanife, -zalim bile olsa- hükümdara isyanın caiz olmadığını kitaplara yazmıştır. Nasıl olur da kendisi isyana katılır?
Ebu Hanife, kumaş ticareti yapardı. Zengin idi. Güzel giyinir ve iyi yaşardı. Talebesinin fakir olanlarının maddi ihtiyaçlarını da kendisi karşılardı. Üstün aklı, herkesi şaşırtan keskin zekâsı, fazileti, anlayışı, emaneti, hazırcevaplığı, dindarlığı, vakarı, doğruluğu ile tanındı. Güzel ahlakı, takvası ve zekâsını anlatan ciltlerle kitap yazılmıştır.
Zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler ve âlimler, kendisini hep övdü. İmam Şâfiî hazretleri “Fıkıh bilgisinde, herkes Ebu Hanife’nin çoluk çocuğu gibidir (yani onun getirdiği nevâleden geçinirler)” derdi.
Ebu Hanife, fıkıh ilmini, Hammâd’dan, Hammâd, İbrahim Nehaî’den, bu, Alkame’den, Alkame, Abdullah bin Mes’ud’dan, bu da Hazret-i Peygamber’den almıştır. İmam Ebu Hanife, âyet ve hadislerden hüküm çıkarma metodunu Sahâbe ve Tâbiîn’den öğrenmiştir. Buna göre ictihadda bulunmuş; talebeleri de bu usulleri sonrakilere bildirmiştir.
Fıkıh ilmini herkesten evvel toplayıp yazarak bugüne ulaşan bâblar ve fasıllar şeklindeki sistematiğe göre tertipleyen İmam Ebu Hanife’dir. İmam Mâlik hazretleri bile, Muvatta’ adlı eserini bu tertibe göre yazmıştır.
İmam Ebu Hanife aynı zamanda hadîs âlimi idi. Altısı Sahâbe ve üçyüzü Tâbiîn’den olmak üzere dörtbin kişiden hadîs dinlemiştir. Nitekim kendisinin rivâyet ettiği hadîsler, sonradan Müsnedü Ebî Hanîfe adıyla bir araya getirilmiştir.
Hanefi mezhebi, sahabi Abdullah bin Mesud’a dayandığı için, Ebu Hanife’nin ictihadları, karakter olarak da onunkilere benzer. O, mezhebini şöyle izah eder: “Evvela Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, eshâb-ı kirâmın icma’larına bakıyorum. Burada da bulamazsam, ihtilaf ettiklerinden birini tercih ediyorum. Bunu da bulamazsam, kıyas yapıyorum.”
Ebu Hanife, haber-i vâhid denilen ve her nesilde tek kişinin bildirdiği hadîs-i şerîfleri ancak muayyen şartlarla delil alırdı. Örf, zaruret ve maslahata (umumun menfaatine) çok yer verirdi. Talebelerine (herkese değil), “Bir iş için, sözüme uymayan bir sened elinize geçerse, benim sözümü bırakınız! Ona uyunuz! Sahih hadîs mezhebimdir” derdi. Kendisiyle farklı ictihadda bulunan talebesi, “Ona uymayan sözlerimizi de elbette ondan işittiğimiz bir delile, bir senede dayanarak söyledik” demiştir.
İmam Ebu Hanîfe hazretleri, bir mesele kendisine arz edildiği zaman, bu meselenin vukua gelip gelmediğine bakmazdı. Ne kadar zor ve çetrefil olursa olsun, farazî (takdirî) meseleleri de çözerdi. “Müslüman başına gelmeden evvel belanın tedbirini alır” derdi. Hâlbuki başkaları bunlarla meşgul olmaz; “Vukua gelince düşünürüz” derdi. Bu sebeple mezhebi çok geniş ve güçlüdür...
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin önceki yazıları...