"Beni ikaz etmeden duramadın, yine büyük bir ders verdin!.."

A -
A +

Padişah yüzlerce insan beklerken dokuz kişiyle geldiğimi görünce rengi attı. Kızdığını pekâlâ anladım...

 

 

 

Emirlerini bir an evvel yerine getirme telaşındaydım. Dünyanın fâniliğini, ahiretin ebedî kalınacak yer olduğunu hissettirebilmek için zaman zaman Sultan'ımızı fazla hırpalıyordum; biraz gönlünü alayım, rahatlatayım istiyordum. Bu düşünceyle akşam namazına gittim.

 

Namazı müteakiben tesbihat ve duâmı çabuk bitirip herkesten önce caminin bahçesine çıktım, kapıyı tuttum. Her önümden geçene: “Sultanımız Harun Reşid’in selâmı var. Bu akşam yemeğine davet ediyor lakin bir suâlimiz var…” dedim, suâlimizi sordum. Doğru cevap veren iki elimizin parmakları kadar çıkmadı. Onları alıp saraya götürdüm. Padişah yüzlerce insan beklerken dokuz kişiyle geldiğimi görünce rengi attı. Kızdığını, fakat bana belli etmemeye çalıştığını pekâlâ anladım. Zoraki tebessüm ederek karşıladı bizleri.

 

-  Behlül bunlar da kim?

 

- Akşam namazına gelenler.

 

- Ben sana “Akşam namazına gelen herkesi saraya çağır…" diye tembih etmedim mi?

 

- Ettiniz Efendim. Lakin…

 

- Lakini de ne Behlül? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin…

 

- Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, "namaza gelenleri çağır” buyurdunuz.

 

- Eee?

 

- Emriniz üzerine, namazdan sonra cami bahçesi kapısında durdum, çıkan herkese, namaz kıldırırken hoca efendinin birinci rekâtte hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. "Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış" diye düşündüm.

 

- Ah Behlül! Akıldanem! Yine beni ikaz etmeden duramadın. Çok büyük ders verdin! Ben de bütün kalbimle aldım, kabul ettim.

 

- Estağfirullah Sultan’ım! Ders vermek ne haddimize! Hep ders alıyoruz. Beşikten mezara kadar ilimle vazifeliyiz.

 

- Niçin peşini bırakmadığımı anladın mı?

 

- !!!

 

Sultan’ımın bu samimi niyeti gözlerimi yaşarttı. Gece olmasına rağmen her taraf sımsıcaktı. Ben yanıyorum, etraf; taş toprak görünmez bir ateşle alev alev tutuşmuş cayır cayır yanıyordu. Serinletecek bir yel arıyorum, nerede? Ufak bir yaprak kımıldamıyor.

 

Fakirhanemin yoluna dikkatli bakanlar, yanan otların dumanını, kanları uçan böcülerin buharını görebiliyor; hatta duyabilir gibime geliyordu bu Bağdat gecesinde. Oysa asıl yanıp tutuşan Divane  Behlül’dü de haberim yoktu.

 

     ***

 

Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediğim sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd’e gidip; "Sultanım, yaptıklarımızın ona ne zararı var? Emir buyurun bizimle uğraşmasın, kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır...” gibi sözlerle şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd de beni sarayına çağırtıp halkın bu şikâyetini haber verdi. Niçin böyle yaptığımı sordu. Cevap beklemeden “Her koyun kendi bacağından asılır! Sana ne!” deyip milleti rahat bırakmamı emir buyurdu. Ben de hiç sesimi çıkarmadan, başım önde sarayı terk ettim. Doğru pazara gittim. Birkaç koyun alıp kestim, bacaklarından astım mahallenin köşe başlarına. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.