Önümüzde tarihî Eyüp Sultan Cami-i şerifi, minareleri, kubbesi, asırlık çınarlar; başını bulutlara kadar uzatıyor gibiydi.
Bir grup arkadaşımla her hafta, sabah namazını müteakiben Eyüp Sultan Camii önünde, ölmüşlerimizin hayrına bilâ ücret, ücretsiz Namaz kitabı dağıtıyoruz.
Bu kış günü sıkı giyinerek erkenden yerimizi almıştık.
Bulunduğumuz yer denize sıfır sayılacak kadar… Rutubet, rüzgâr ve kış mevsimi bir araya gelince üşümemek için tedbir üzerine tedbir alıyorduk.
Maneviyat iklimimizin müstesna yeri Eyüp Sultan Cami-i şerifinin önünden sağa sola gidip gelen insanlar, ağaçların arasındaki seyyar satıcılar, sabah erkenden rızıklarının peşine düşmüş çorbacı dükkânları, kahveler, kitapçılar sıra sıra…
Karşımıza Eyüp Sultan Türbesini aldığımızda solumuzda Kâşgâri Dergâhına çıkan parke taşlı yaya yolun etrafında, arkasında yatan asırlık tarihî mezarlıklar; sıradağlar misali şekilsiz dizilmiş bir Fâtiha okuyanını bekliyor... Soğuğun ve sisin altında esrarengiz derinlik gibi görünen Haliç, ta uzaklarda açıklı koyulu gölgelere bürünen tarihî binalara kadar uzanıyor, sisler içinde kayboluyordu.
Mermer döşeli geniş bahçenin etrafı sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve modada giyinmiş kadın erkeklerle dolup taşıyor.
Önümüzde tarihî Eyüp Sultan Cami-i şerifi, minareleri, kubbesi, asırlık çınarlar; başını bulutlara kadar uzatıyor gibiydi.
Kitap dağıtım işine henüz yeni başlamıştık.
Gri sert mermerlerin üzerinde; kaymamak için mi, yoksa edebinden mi ne usul adımlarla bize doğru yaklaşan biri dikkatimi çekti. Önce mühimsemedim. Çünkü sık sık öyle hâller yaşanırdı burada. Çimen gözleriyle durmadan bana bakıyor, bulunduğu yerdeki mermerlerin beyaz, ıslak parıltısı gözlerini kamaştırıyor gibi bir hâli vardı.
Daha gerideki tahta taburelerine tüneklemiş simitçilerden ve çevredeki fırınlardan etrafa hafif, susam, yağ karışımı hoş bir koku yayılıyordu.
Bu tarihî semtin merkezindeki bütün caddeler, sokaklar; türbenin bulunduğu meydana çıkıyordu. Burası en azından, İstanbul’un fethi kadar eski, beşyüz senelik bir taş yapı… Giriş taç kapısının tam karşısında, Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) hazretlerinin yeni restore edilmiş türbesi yer alıyordu. Osmanlı sadrazam ve ileri gelen devlet adamları ebedî istirahatlerini burada geçirmek için yarışmışlar âdeta. Bu yüzden olacak etraf türbelerle dolu… Avlunun içinde, Akşemseddin hazretlerinin bir kerameti olarak iki çınar yükseliyordu. Belediyenin koyduğu banklar, güneşlik ve yağmurluklar muhtelif yerlerde…
Uzun boylu, dolgun yapılı güzel bir delikanlı, bu vakitte, bu mübarek yerde bulunduğuna bakılırsa, memleketimizin yetiştirdiği maneviyatı en yüksek gençlerden biriydi. Duruşunda belirgin bir duruluk, yürüyüşünde gençlik, edep, adap saçan bir hava vardı; bu duru, masumluk ve canlılık taşıyan güzellik, şimdiki İstanbullu bir adamın gözünde, tatlı hoş düşüncelere sebep oluyordu.
Sabahın ayazında yanakları al al olmuş ve gözleri edepten olsa gerek yere eğilmişti. Yirmisekiz yirmidokuz yaşlarında, görünüşte pehlivan yapılı, ama güzel yüzü pürüzsüz, düzgün burunlu bir delikanlıcıktı. Düşünce ve ateş saçan, o iri yeşil gözler, şu an, en munis, en merhametli hâli ile muhabbetle parlıyordu. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...