"Dün sen neler yapmışsın pazar yerinde Behlül?"

A -
A +

Heyecanımı Sultan’ıma belli etmemek için mi ne meşgul olmak istiyordum. Gayr-i ihtiyari gittim, kulübemin kapısını örttüm.

 

 

 

Behlül Dânâ:

 

- Estağfirullah, tevazu değil efendim! Herkes, her şey hâk ile yeksân olacak, unutulacak bir gün. Bu dünya ve içindekiler de hepten çürüyecek. Toprak artık ölüyü kaldıramadığında, hah, işte o zaman ne olacağını Hak teâlâ biliyor.

 

- Kıyamet kopacak! Rabbim o gün yardımcımız olsun!

 

- Âmin!

 

Yapılan konuşmalar dışarıdaki rüzgârın esmesiyle hareketlenen tahta kapının çıkarmış olduğu gıcırtılar, her ne kadar mühimsemesem de evvelki şiddetli fırtına öncesinde hissettiklerimi hatırlatıp yüreğimi hoplatıyordu elimde olmadan.

 

Heyecanımı Sultan’ıma belli etmemek için mi ne meşgul olmak istiyordum. Gayr-i ihtiyari gittim, kulübemin kapısını örttüm. Bu hareketimin verdiği rahatlamayla adımlarımı yavaşlatmış ve nefesimi düzene sokmaya çalışarak geldim, Sultan’ıma yakın münasip bir yere geçtim.

 

- Hele yaklaş Behlül! Dün sen neler yapmışsın benim pazar yerimde?

 

- !!!

 

İlk defa karşılaşıyormuşum gibi gelen bu suâle sesli cevap vermeden hemen yere çöktüm. Bermekîlerin öldürülmesi fermanı vermesinden sonra devleti yaşatmayı kendine en büyük vazife addetmişti… Ölüm fermanını vermeden son ana kadar düzelmeleri için beklemiş, isyan oluyor gibi davranmış, ilerleyen günlerde ise hepten kararını vermişti. O günden beri pek dertliydi. Sıkıntılarını bu kulübeye gelerek hafifletebiliyordu. İkimiz de yaşlanmanın vermiş olduğu ruh hâliyle çocukluk hatıralarıyla daha mesut yaşıyorduk. İlk başlarda bunu anlamasam da, kendimden başka kimsesi olmayan bu hepten ihtiyarlamış şahsıma kıymet verip kapıma kadar gelmesi sebepsiz değildi. Devlet yükü ağır bir yüktü; azap çeken ruhunu bir nebze olsun huzur içinde yaşatmak istediği aşikârdı, buna da hakkı vardı. Zamanla onun bu hareketleri, beni daha bir âhirete hazırlanmaya teşvik etmişti. Pek yerinde bir hareketti.

 

Bazı zamanlar daha anlaşılmaz oluyordu. Çocukluğunun olmadığını, gençliğinin yaşanmadığını söylüyordu. İşkence çektiği gün gözlerinde her daim olan minik sevinç pırıltılarından eser olmadığı gibi benimle de konuşmuyor, kendisini yemek zamanına kadar odasına kapatıyordu. Zamanla garip alışkanlıklar da edinmişti. Her gün yaptırdığı saatin yanına gidiyor, bir müddet takırtılarını, tıkırtılarını dinliyor. Sorduğumuzdaysa “Bu ses bana iyi geliyor Behlül” diyordu.

 

Saatin üzerinde o gün yaşadıklarını toz parçaları gibi biriktiğini düşünüyor, yeni bir günde “temiz” bir şekilde tekrar kullanabilmesi için de vazifeli memuruna dikkatli olması talimatını veriyordu. Fakat günlerdir, olmayan aklımı bir soru kurcalıyordu. Kabristanın birine yazdırdığı: “Ne kadar derinlere gömülseniz de yaptıklarınızı unutmayacağım!” yazısıydı...

 

Bu gece vakti uzun müddet tefekkür hâlinde kaldık. Sultan’ımın elindeki kılıcı ay ışığında yıldır yıldır parlıyordu. Fildişi kabzasından tutmuş, hasmına hamle yapacakmış gibi de tetikte, hiç olmadığı kadar sessiz duruyordu. DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.