"Günlerimi, ömrümü dolduracak hayırlı bir meşguliyetim olmalı...”

A -
A +

İstediğim yerden ev almaya, istediğimle evlenmeye ve pek acelem varmışçasına da vakit kaybetmeden yuvamı kurup taşınmaya karar verdim…

 

 

Hani çok insanda olur ya “Ya sukut-ı hayale uğrarsam! Ya hepten ziyan olursam! Ya iki yakam bir araya gelmezse! Ya ya ya!!!” dediğimiz çeşitten bir sürü korku dolu tereddütler içindeydim.

 

İşte öyle bir çizgideyken hislerim tavan yapmıştı: "Bir kocaman hedefim, yüksek bir gayem, maksadım olmalı, beni hayata bağlayan ulvi bir davam, bütün günümü, ömrümü dolduracak hayırlı bir meşguliyetim olmalı...” dedim, endişelerimi bastırarak istediğim yerden ev almaya, istediğimle evlenmeye ve pek acelem varmışçasına da vakit kaybetmeden yuvamı kurup taşınmaya karar verdim…

 

İlk günler diken üzerinde olsam da gittikçe ısınıyordum son kararıma. Bu noktaya gelmem kolay olmasa da nakarat gibi birbirini takip eden aynı düşünceler epey rahatlatmıştı da… Ama yetmiyordu. Aslında beni ebedî saadete götürmeyecek hiçbir şey istemiyordum. Bütün arzum; insanlara, dinime, devletime, canlı cansız bütün mahlukata dolu dolu hizmet etmek, faydalı olmaktı. Başta canımı, ne var ne yok sahip olduğum her şeyi bu uğurda vermeye hazırdım. Sadece yemek, içmek ve uyumakla geçip giden hayvanlara mahsus bir ömür istemiyordum… Kendimi mesuliyetsiz biri, işe yaramaz bir eşya veya bir köşede unutulmuş, çürümeye terk edilmiş, bozuk bir alet olarak da görmek istemiyordum.

 

Zamanı durdurmam imkânsızdı. "Bak ömründen kaç gün, kaç hafta geçti hâlâ bir iş beceremedin…” dedim, en yakınımızdaki cami-i şeriften içeri girdim. Gencin birisi ellerini açmış; “Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım! Ey harama düşmekten korkanların yardımcısı olan Allah’ım! Sana hamd-ü senalar ederim! Çok şükürler olsun!” diye duâ ediyor, gözlerinden akan yaşa mâni olamıyordu. Merakımı celbetti, gayr-i ihtiyari dinledim. Dikkat ettim hep aynı cümleleri tekrar edip duruyordu. “Bunda bir hikmet var!” dedim, iyice yanına yaklaştım. Bir müddet sonra dayanamadım: “Niçin hep aynı duâyı yapıp duruyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?”

 

“!!!”

 

Benden başka böyle bir suâl soran olmamış ki genç şaşırdı, sustu. Gözlerinin yaşını sildi. “Çok mu merak ediyorsun?” dedi. Ben de “Duâ etmene bir şey demiyorum da hep aynı şeyleri söylüyorsun. Rabbimin nimetleri nihayetsiz ve sınırsız! Daha başka şeyler de isteyebilirsin!” dedim. Söylediklerimi mühimseyen genç. “Vaktin varsa gel şöyle bir kenara çekilelim, anlatayım!” deyip elimden tuttu caminin dışına çıkardı. Bir gölgeliğe oturduk, başladı başından geçenleri anlatmaya:

 

Yedi sekiz sene önceydi; Hac için Mekke-i mükerremeye gitmiştim. Kâbe'de tavaf ederken ayaklarımın altında bir torba gördüm, gayr-i ihtiyari aldım. Tavafı bitirip kenara çekildim, ne var ne yok diye içine baktım. Kızıl altın doluydu. Tam bin altın saydım. İçimden bir ses; “Yaşadın! Bu altınlarla neler yapılmaz ki? Memleketine dönünce şunları şunları yapar, zengin olursun!” diyordu. O nefsimden gelen sese kızdım, Kâbe huzurunda kendi kendime cevap verdim; “Hayır, bu altınlar benim değil! Kim bilir kimin alın teri? Kullanmam haram olur!” dedim, azgın nefsimin isteğini bastırdım. Bu sırada birinin yana yana bir şey aradığını gördüm. “Torbayı düşüren olmalı…” dedim, takip etmeye başladım... DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.