İnadına, bu çeşitten işler de gelip beni buluyordu!..

A -
A +

Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir genç, kütüphanede, tahta masa ve sandalyelerin üzerinde hep ders mütalaa ediyordu.Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir genç, kütüphanede, tahta masa ve sandalyelerin üzerinde hep ders mütalaa ediyordu.

 

 

 

Bunun üzerine Hârûn Reşîd Sultanım söyleyecek söz bulamadı, başını öne eğdi. Saraydan o gün yine üzgün ayrılmıştım. Her ne kadar doğru olanını söylemiş olsaydım da insanların hele Sultan Harun Reşid halifemizin benim yüzümden zor durumda kalmasını, acı çekmesini istemiyordum. İnadına, bu çeşitten işler de gelip beni buluyordu. Kim bilir ne hikmetleri vardı da ben bilemiyordum o an için.

 

Saray üç kattan oluşmakla birlikte üst kat Padişah ve haremine aitti. O mahrem yere de müsaadeliydim. Buna rağmen çok dikkat eder, emir verilmedikçe o kata çıkmazdım. Burası ailesiyle kalacakları son duraktı. Bu kattaki hususi odasında baş başa çok sohbetlerimiz olmuştu. Bütün heyecan giriş katındaydı. Giriş katı, benim kulübemin, tahminen on belki de on beş katı kadardı. Bir köşesinde saray idarecilerinin hususi odaları yer alıyordu. Bitişikte ise el yazması mühim kitapların bulunduğu bir kütüphane vardı. Başında bu seçme kitapları arayıp bulan, çoğunu okuyan zarif bir kitap sevdalısı âlim vardı. Bazen uğrayıp okur, sohbet eder, dertleşirdim.

 

Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir genç, kütüphanede, tahta masa ve sandalyelerin üzerinde hep ders mütalaa ediyordu. Fenerin aydınlattığı alnı, ter damlalarıyla kaplıydı. El yazması kitaplar, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında bir canlı gibi titriyordu. Yaslandığı duvara vuran sağ eli, küçük fakat kendinden emin hareketler yapıyordu. Gencin eli, yeni badana yapılmış duvara yaklaştıkça insan, yüzey ile el arasında gizli fakat çok mânâlı bir konuşma olduğunu sanıyordu.

 

Bir yanımız kalenin kulesi, öbür yanımız hurma bahçesi, yamaçta bir köşk… Yanında yöresinde başka ev, bina yok. Hafif bir yokuşun sonunda, tepede, tek başına, on dokuz daireli, iki bölümlü başka bir saray daha vardı... Saray dediğimiz yerin ön odası sanki bir Cennet köşkü. Karşımızda köprü, ta uzakta Selatin Camii, Dicle kıyıları ve bağlar bahçeler... Buralarda yaşanmadan bilinmesi, hayal edilmesi imkânsız yerlerdi.

 

“Kulübemin ardında iki katlı, yaşlı bir taş bina daha vardı. Bir terk edilmişlik, ölüme bırakılmıştık hissi taşıyor, lodosun eskittiği yüzünü de yağmur izi karartmıştı. Gençliğine doyamamıştı. Alt katında şimdi işlemez ahır ve samanlıklar, üst katında ise kocaman bir istirahat odası. Sanki dekorunu ve süslerini senelerdir hiç değiştirmemiş bir Bağdat mimarisi…

 

Bu meydandaki her bina, her yol, her ayrıntı, saraya ve Dicle’ye göre yerini almış gibiydi; sularla yüzleşir dururlardı.

 

Beni herkes duâsı makbûl bir zat olarak biliyor, hürmet ediyordu. Buna pek üzülüyordum, oturdum azgın nefsime hitap eden bir şiir yazdım. Bakalım beğenecek misiniz?

 

Hırsı bırak da, yorulma;

 

Geçimde tamaha kapılma...

 

 

 

Niçin malı cem edersin;

 

Kime topladın bilemezsin!

 

 

 

Rızık vaktiyle ayrıldı;

 

Su-i zan faydasız kaldı...

 

 

 

Her hırs sahibi üzgündür;

 

Her kanaatkâr da zengin...

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.