Kaderimizde ne vardı, neler bekliyordu bizleri?..

A -
A +

Elimde olmadan bu kaçıncı dalgınlığımdı bilemiyorum? Birincide kargalar uyandırmıştı, bu sefer de çocuk sesleriyle kendime geldim. 

 

 

 

"Heyhat Behlül, heyhat! Vade dolup kalp teklediğinde, her şeyi olduğu gibi bırakacaksın. Şunu aklından çıkarma: Sabah oğlak gibi sıçrasan bile akşam kabirdesin… Hâlâ uyanmıyorsan yazıklar olsun sana…” diyor, kendime kuvvet veriyordum; dünya muhabbeti kalbime girmesin, nefsim yeniden palazlanıp beni hâkimiyeti altına almasın diye...

 

Anacığım orta yaşlarda güzel bir hanımefendiydi. Ya da bana öyle geliyordu. Ne de olsa ana evlat arasında öyle tarifsiz bir muhabbet oluyor. Hani bir söz var ya “Kuzguna yavrusu güzel görünür…” diye. Anama da bizler öyle görünüyorduk mutlaka. Ömrünün son demlerine kadar sadece evini, kocasını, evlatlarını düşünmüş, çoluk çocuğunu sağ salim büyütüp evlendirmek, bir yuva kurmalarına yardımcı olmak, mürüvvetlerini görmek istemişti. İstemişti de evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Ben MECZUP oldum ev-bark sahibi olamadım. Kardeşlerim bir başka âlemdi. Zavallı “ah"lar içinde inleyerek veda etmiş bu fâni âleme. Aklıma gelince içimden bir yerlerin koptuğunu hissederim hep. Her neyse, mevzu derin, asıl meseleye geleyim. Anacığımın öyle hesapları vardı lakin kaderimizde ne vardı, neler bekliyordu bizleri? Onu, ne o biliyordu ne de başka bir kimse. Çevremizdeki güzelliklere aldanıp hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmak tehlikeliydi. Bu hastalığa yakalanmamak ise mümkün görünmüyordu. Başına gelmedik kalmamış, çok çalışıp didinmesine rağmen DÜNYA ne anama ne de başkalarına yâr olmuş… yani hiçbirine yüz vermemişti. Buna rağmen yine de gidip gelip ona sarılıyorduk.

 

Elimde olmadan bu kaçıncı dalgınlığımdı bilemiyorum? Birincide kargalar uyandırmıştı, bu sefer de çocuk sesleriyle kendime geldim. Sık sık maziye, ötelerin ötesine dalıp gitmek hayatımın bir parçası olmuştu zaten. Vaktin ne kadar geçmiş olduğunu tahmin etmek için mi ne başımı kaldırdım semayı temaşa ettim. Hava az bulutlu, güneş altın huzmelerini cömertçe saçıyordu üzerimize. Belli ki sıcak olacak gün. Serin ve berrak Dicle, envâ-i çeşit yeşilliklerin arasından sakin sakin akıyor, her zaman olduğu gibi. Kıyısına yakın çayırlıkta bir grup çocuk, kendilerinden geçmiş, coşkuyla oynuyor ve keyifli bir şekilde vakit geçiriyordu.

 

Devamlı yaptığım gibi giyinmiş ve hazırlanmıştım. Bir şeyler yiyip yemediğimi de hatırlamıyorum. Canım yürümek istiyordu. Bir patikaya girdim. Sabahki ilk huzurum azalarak gitmiş, yerine anlaşılmaz bir huzursuzluk gelmişti. Şimdiyse kötü bir şey olacakmış gibi hissediyordum. Her zaman yaptığım gibi şuursuzca girdiğim patika beni Dicle kıyısında oynayan çocukların yakınına kadar götürdü. Neler bekliyordu, kim bilir?

 

Yumuşak çimenler üzerinde hoplayıp zıplayan çocukların gülümsemeleri, gözlerinden yüzlerine yayılıyordu. Ne tarafa baksam da ortalıkta, huzur dolu bir havanın estiğini rahat görüyordum. Her bir çocuğun saçları rüzgârda dalgalanıyor, çığlıklar kuş seslerine karışıp arşa yükseliyordu. Onlarla birlikte içim kıpır kıpır olsa da bedenen tek başımaydım. Sığındığım bir köşeden hayranlıkla ve hayretle olanları takip ediyor ders çıkarmaya çalışıyordum. DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.