Damdakinin yerinde ben olsam ve oradan düşsem şimdi… Ben neler düşünür, neler hissederdim acaba, ölmeme ramak kala?
Neticenin nasıl olacağını, tam isabet, kim kestirebilir ki? Yani… Belki senin pek arzuladığın, çokça rüyaların, hayallerin, hedeflerin de henüz bitmemiştir, belki daha çokları da bir köşede bekliyordur; sırf onları yapamadan ölüp gideceğin için derin üzüntü duyarsın; acı, zehirli bir hançer gibi saplanır kalbine. Bütün sahip oldukların; çoluk çocuğun bir yana, sen öbür yana yani toprağın altına. İşte o zaman herkesten sakladığın pişmanlıkların, birçok günahın vardır ya onlar gelecek önüne. Kendinden bile sakladığın, birdenbire şimşek çakarcasına onlar gelir, seni yalnız bırakmazlar merak etme! Mesela benden, seneler önce çalıp da sarayına götürdüğün basit meczup Behlül’ün gençliği, şu üstüme iğneyle diktiğim vardı ya, işte onu hatırlayıverirsin ve çok pişman olursun da iş işten geçmiş olur…
Yok! Yok!
Tövbe; günahı boynuna! Benim tanıdığım, ölümün kucağına düşerken olsa olsa bir tek refleks gösterirdi: O da alelacele dile gelen tertemiz bir kelime-i şahadet.
Peki ya ben?
Damdakinin yerinde ben olsam ve oradan düşsem şimdi… Ben neler düşünür, neler hissederdim acaba, ölmeme ramak kala?
Ben böyle garip ihtimaller düşünürken baktım bir çift ayak sesi “tak tak” yaklaşıyor. Kulak kesildim. Gayriihtiyari gözlerim, gizli bir emre itaat edercesine, damdan kapıma yaklaşana doğru çevrildi. Geleni, ocaktan çıkarken etrafında daireler çizen yoğun dumanın orta yerindeymiş gibi hâlâ net göremiyordum, yalnız aşinası olduğum, tanıdık bir ses:
“Behlül! Çok mal mülk, altın gümüş kazanabilir, hayatını rahat yaşayabilirsin. Üstelik sen akıllısın ve iyi bir talebesin... unutma!”
Derin bir hüzünle geleni süzdüm. Seyrekleşmiş tane tane saçları, uzun sakalında peyda olmuş kırçıllar, göz akına düşmüş sarımtırak lekeler, kulak deliğinden kıvır kıvır uç vermiş kıllar, beyazlığını çoktan yitirmiş dişler, yüzündeki, boynundaki kırışıklıklardan boncuk boncuk ter taneleri parıldıyor… Belli ki yorulmuş. “Zavallı! Ben medrese tahsilimi tamamlamadan ölürsem ne büyük bir yıkım yaşardı dünya! Onun hep hayal ettiği; o parlak, o hürmetkâr adamlardan biri olamadan ölüp gidersem; üstelik tam da en büyük mânilerden birini aşmışken, en büyük hayallerimden birine kavuşmuşken. Hocalarımın onca emeğinin, onca gayretinin, benim için harcadığı onca paranın karşılığını veremeden ölecek olursam… Bütün hayalleri tuzla buz olurdu. Kaldıramazdı bunu…” dediğim, muhterem babacığımdı. Yani gelen.
“Dinliyor musun evlat, sen beni?”
Kulaklarımda kırbaç gibi şakladı bu suâli. Babacığım kaşlarını kaldırmış, hesaba çeken gözlerini gözlerime dikmişti.
“Evet Babacığım…” diye kem küm ettim, “Dinliyorum...” Acaba en son ne demişti? Allah’ım ne demişti ya?! Şimdi, “Peki, en son ne dedim ben, ne anlatıyordum, söyleyiver?” dese ne cevap verecektim?
Hocam yetişti imdadıma; kapıyı tıklatıp kafasını usulca içeri uzattı...
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...