Akıp giden derya misali nehir, bir de Harun Reşid Sultan’ım teşrif etmişse dert, belâ musibet mi kalırmış?
Behlül Dânâ:
- Yeryüzü iki sınıf kimseye çok hayret eder Sultan'ım. Biri, ölümden gafil olarak yatağını süsleyip uykuya dalandır. Yeryüzü kendi hâl lisanı ile o kimseye, "Ey insan! Şu nazik bedenin yataksız olarak, arada bir perde bulunmadan, bende uzun müddet kalacak ve çürüyecek bunun niçin ne hazırlığın var? İkincisi, bunların hepsini bildiğin hâlde bir şey yapamamana şaşıyorum! Sen ne biçim mahluksun ey insan?
- Yine bana taş mı?.. Kafamı karıştırma Behlül!
- Estağfirullah Sultan’ım! Ne haddime! Kâinata ve içindekilere ibret nazarıyla bakmak lazım geldiğini siz de söylüyorsunuz. Dünyaya bütün mahlukata o nazarla bakıp bir kitapmış gibi okunduğunda, onun her zerresinin bizlere lisân-ı hâl ile âdetâ feryâd ederek anlattıklarını görür ve duyarız. Bize; "Bu cihânın bekâsı yok, er geç ayrılacaksın, fânîliğini unutma!" ihtârında bulunuyor her daim. Dolayısıyla bu fâni misâfirhânede yerli edâsıyla oyalanmak, rüzgâr gibi gelip geçen sevdâlar ve anlık zevkler uğruna ebedî saâdeti, can yakıcı bir azap faslına döndürmek, akıllı bir insan için olacak şey değildir. Büyük bedbahtlıktır...
Akıp giden derya misali nehir, bir de Harun Reşid Sultan’ım teşrif etmişse dert, belâ musibet mi kalırmış? Bende de aynen öyle oldu. Bütün sıkıntılarımı aldı, amansızca döve döve un ufak etti. Kırıntı hâline gelenlerden bazıları can havliyle kendilerini dışarı atıp kurtulacaklarını sansalar da beyhudeydi. Bacası kara duman tüten kadim mekânım şöyle bir bakar, kendine yakıştıramadıklarını sulara iade etmek isterdi. Tam o sırada imdadıma yetişen martılar, her bir parçayı havada ayrı ayrı yakalayıp dünyanın dört bir köşesine, bizi bir daha rahatsız edemeyecekleri uzak diyarlara götürürlerdi. Bunun üzerine ben bir kuş gibi hafifler, sadık dost kulübeme geçer, oradan manzarayı seyrederek ağır ağır mazime süzülür, hayallerime dalardım...
Sabah güneşi, suların üzerinde bana göz kırparak muhabbetle altın renginde parlar, derya misli suların engin mavisi, sonsuzluğun mutlaka kazanılması lazım geldiğini anlatırdı.
Hikmetine karışma, tut Rabbimin sözünü!
Vakit girince durma, dön Kâbe'ye yüzünü!
Düşman çok, uyanık ol, kaybetme sen özünü!
Ne tipi ol ne boran, ne de sesiz sam yeli!
Ne el incinsin senden, ne de sen incit eli!
Ömür şeceresinden, dökülenler yapraktır,
Yıllarca yaşasan da, ahır kara topraktır.
Cehennem küfre yakın, müminlere ıraktır.
Ne lâle, ne de sümbül, susturamaz bülbülü!
Ne gül incinsin senden, ne de sen incit gülü!
Ortalık karışınca, kaçacak delik arar,
Tedbirini almazsan, ateş bacayı sarar!
Bir ufacık taş bile, vurur başını yarar!
Mürşid-i kâmil bulan, doğrultur eğri yolu!
Ne kul incinsin senden, ne de sen incit kulu!
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...