Eminiz ki yazımızın başlığında geçen "gıybet" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyen çok kimse vardır. Yalnızca yaşı 20’nin altında olanlar değil, üstünde olanlardan da bilmeyenler mevcuttur. Oysa; insan, kelimelerle düşünür; kelimelerle konuşur. Telaffuz edilen kelime, bu kelimeye yakın ve eş anlamlı olanları ve zıtlarıyla beraber bilinmelidir. Aynı şekilde ilgili deyim, atasözü, hatta âyet ve hadîs-i şerifle irfân ehlinin kelâmı bilinmezse konuşma lezzet ve zenginliğine uzak kalınır…
Atalarımız, gıybet kelimesini "dedikodu" diye tarif ederek kavrama kolaylığı getirmişler. Arapça asıllı olan kelimenin aslî yazılışı "gîbet"tir. Kısaca şöyle anlatılabilir:
-Bir insanın yüzüne karşı söylendiğinde, hoşlanmayacağı, kalbinin kırılacağı sözünü, davranışını, hareketini, işini, huyunu… kendisinin bulunmadığı zaman ve mekânda arkasından konuşmak, imâ etmek, hareketler yapmak, hafife almak, alay etmek. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîm, Hucurât Suresi 12. Âyetinde gıybet etmek yasaklanarak, gıybet, ölmüş kardeşinin etini yemeye benzetilerek tafsilatıyla anlatılmaktadır. Hadis-i şerîfleriyle en büyük Kur’ân-ı kerîm müfessiri olan Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselam- da gıybet günâhını ve bu günâhın sebep olduğu felâketi yine ayrıntılarıyla izah buyurmaktalar. Oradan da bir söz şavkıması, Müslim ve Berika Hadis-i şerîf kitablarında şöylece görülebilir: "Gıybet, kardeşini arkasından hoşlanmayacağı bir şeyle anmadır. Eğer onda varsa; denilen doğru ise gıybet olur; yoksa iftira atılmış olur!" Mübarek Peygamber uyarısı, böylece devâm etmekte. Keza kelâm-ı kibar da bu minval üzre ikazlarda bulunmaktadır. Necip Fazıl’ı bulunduğu çıkmazdan çekip çıkararak O’nu milletin şair ve mütefekkiri yapması tek başına muazzam bir hizmet olan Seyyid Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin âyet ve hadislerden mülhem şu ürpertici haberi, gıybete dair düşündürücü bir tesbittir:
-Gıybet, kanser gibidir, girdiği vücut iflâh olmaz!
Eskiden gıybet, bir-iki, birkaç kişi arasında cereyan eder ve saklı kalırdı. Şimdilerde aleniyete dökülmüş olarak kitleler önünde yapılmakta. TV ekranları, siyaset kürsüleri sabah-akşam gıybetle kirlenmekte. Hakkında konuşulan kimse orada olmadan onun da bir şerefi, ailesi, sevenleri bulunduğu hesaba katılmadan ağza gelen söylenmekte ve kalb kırmak, günah işlemiş olmak gibi keyfiyetler umur bile edilmemektedir.
Kişi başına düşen millî gelir olduğu gibi "gîbet" adlı dedikodu da kişi başına üstelik de korkutucu derecelere ulaşmış bulunuyor. Hani hep "ecdad" diye konuşup yazarız ya! İşte o cedlerimiz, geçmişimiz olan analarımız, ninelerimiz, babalarımız dedelerimiz, gıybet yapmadıkları gibi bulundukları yerde kimseye gıybet de yaptırmazlardı. Terbiyeli ve İslâm ahlâkıyla ahlaklanmış bu insanların oldukları meclislerde zaten dedikodu yapılamazdı. Şâyet yapılırsa usulca kalkıp orayı terk ederler ve davranışlarıyla ders verirlerdi.
Gıybet, dedikodu, bir illetti; bu hastalık, ekranlardan sütunlara, ikili-üçlü-beşli konuşmalara, meydan nutuklarına kadar yukarıdaki kelâm-ı kibarda yer alan benzetmeyle cemiyeti bir kanser gibi sarmış, milim milim, hücre hücre çürütmektedir. Kadrolu meddahlar da sabah akşam bu yangını harlamaktalar. Bu illete hangi tabib çâre olacak, imâm mı, öğretmen mi, muhtar mı, kanaat önderi mi? Belki de hepsi ve her biri. Yoksa tuz da koktuğu için hiçbiri mi?
Siyaset, spor, moda, program, o-bu, ortak millet hayatımızda sahip olması gereken yüzde dilimini çok aşarak haslet ve faziletlerin sahasına da işgalci olarak girmiş bulunmaktadır. Şu kederlendirici vaziyet nasıl düzelecek, öze, aslî hâle nasıl dönülecek?
Kanserle mücadele haftası olduğu malûmdur. Acaba o haftadaki etkinliklere gıybetin kötülüğüne dair, sohbet ve filmler vs. de mi dâhil edilse, yoksa "Gıybetle Mücadele Haftası" diye ayrı bir hafta mı olsa? İkisi de mümkün; yeter ki fayda sağlansın.
Aksi hâlde naklettiğimiz haber tehlikelidir:
-Gıybet kanser gibidir, yakalanan kurtulmaz!!!
Çünkü; bir defa daha tekrar edelim ki gıybet, şimdi artık bir masa, bir oda hacminde değil, salon dolusu, stat dolusu, ekran dolusu, miting dolusu yapılmakta.
Osmanlı ecdadımız, samimiyet ve inciden kelimelerle şöyle demişler:
-Tevbe yâ Rabbi, hata râhına gittiklerime, bilip ettiklerime-bilmeyip ettiklerime...
Hata yoluna gidilenler için yapılan bu pişmanlık, çok güzel ama, gıybet için tövbe ve pişmanlık tek başına yetmiyor. Aleyhine laf edilen, söz edilenden, gıybeti yapılandan da helâllik almak gerekmekte.
Sırat köprüsünün kıldan ince olması da herhâlde budur. Hazreti Yunus öyle ayıtmaz mı?
-Sırat, kıldan incedir, kılınçtan keskincedir!!!
Rahim Er'in önceki yazıları...