İttihatçıların aslı, Harbiye’den mezun zabitlerle, Tıbbiye gibi mekteplerden mezun gençlerden meydana geliyordu. Bu eğitim yuvalarını, Abdülhamid Han, kurmuştu.
Selânik’ten gelen, Mahmud Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu, cuntacı inkılabcılar, Padişaha düşmanlardı. İngilizlerle Siyonistler, bu düşmanlığı, başlatıp kışkırtmalarla büyüttüler. Nihâyet ilk adım olarak II. Meşrutiyet ilan edildi. İttihad ve Terakki, artık fırka yani parti olmuştu. Türklerin Hakanı, İslamların Halifesi, teb’a yani bütün vatandaşların Hükümdarı Padişah, şimdi yine başlangıçtaki bir buçuk yıl gibi iradesi, Kanun-ı Esâsiyle kayıt altına alınmış salahiyetsiz bir devlet reisiydi. Devlet Başkanının sembolikliği, ileride 1961 Anayasasıyla tekrar devlet hayatımıza girecek ve 2017/18’deki Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne kadar böylece devam edilecektir. Meşruti idarede son Padişahlar Abdülhamid, Mehmed Reşad ve Mehmed Vahiddedin ile 1961-2018 arasında vazife yapmış Cumhurbaşkanları sembolik makam sahipleridir. İcranın, başı olmakla birlikte mes’uliyet, Osmanlı’da Sadrazamda, Cumhuriyette Başbakandaydı.
1876’da tahta çıkmasından 1909’da idareyi bırakmasına kadar geçen 33 yılda her sahadaki hamleleriyle devlete imkân veren, millete nefes aldıran Abdülhamid Han, kurduğu medrese, tıbbiye, harbiye gibi mekteplerde yetişen gençlerin başını çektiği 31 Mart Vak’ası darbesiyle idareyi bırakmak zorunda kalmıştı. Hakan, başka yer kalmamış gibi Selanik’e iki Yahudi biradere ait olan Alatini Köşkü’ne gönderildi…
Mustafa Kemal, Veliahtlığında Mehmed Vahideddin Han’ın yâveriydi. İstanbul, İngiliz işgalindeyken "Sarı Paşa"nın yahut "Mavi Gözlü Dev"in gizlice Bandırma Vapuru’na binerek 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığı iddiası bugün net şekilde görülmektedir ki asılsız bir yaranmadan başka bir şey değildir. Kaldı ki bu mevzuda devlet, artık hakikati ikrar etmiştir. Yıldız Sarayı, şimdi görkemli bir müzedir. Ziyaretçiler, müzeyi gezerken Yazı Odası adlı mekânda Millî Saraylar Başkanlığı arması altında Türkçe ve İngilizce olarak yer alan şu ibareyi okuyabilmekteler:
-Sultan VI. Mehmed Vahideddin, Mustafa Kemal Paşa’ya Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliği görevini 15.05.1919 tarihinde bu odada tevdi etti.
Mustafa Kemal, Filistin’deki 7. Ordu mağlubiyetinden sonra İngiliz işgalinden bir gün evvel gelip, İngiliz Sefaretine komşu Pera Palas oteline yerleşmişti. Sultan Vahideddin Han, eski yâverini huzura çağırtarak Yıldız Sarayı’nda bu vazifeyi kendisine vermişti.
İşgal komutanlığından Samsun’a gidecek Bandırma Gemisi ve bu vazifede yer alacak, subay, erat ve yardımcı hizmet erbabıyla hayvanlar için vize alınması ve ayrıca tahsis edilen otomobil sayısı, verilen harcırah vs. artık serbestçe konuşulmaktadır.
Tarih yaşanmış ve bitmiştir. Her hal ü kârda hiçbir ilave ve çıkartma yapmadan, namusuyla doğruları dile getirmelidir. Tarihi, dürüst şekilde yazmak, okullarda öğretmek ne Saltanat hevesi ne Hilafet gayreti ne Laiklik husumetidir. Devlet-i Âli Osman-ı Muhammediye, adlı Yüce Devletimiz, 1299-1923 arasında şerefiyle hüküm sürmüş ve netice itibarıyla bu uzun zaman zarfında zafer, hata, sevap ve eksikleriyle birlikte şanlı bir Cihan Devleti olarak vazifesini ikmâl etmiştir…
İki tarih yanlış anlaşılmaktadır. Laiklik 1923’te değil, 1937’de kabul edildi. 19 Mayıs, yine 1923’te değil, 1936’da kutlanır oldu. Atatürk, 1936’nın 19 Mayıs günü, yine meşhur sofrasındaydı. Konuşma esnasında "bugün, 1919’da Samsun’a çıkmıştık" dedi. Ondan sonra şenliklerle anılmaya başlandı. Bugünkü ismi ise 12 Eylül’den sonra verildi.
Vahideddin Han’ı, yâveri Mustafa Kemal Paşa ve politikacı ve askerlerinin tahtan hal ederek sürgüne gönderdiklerini herkes bilir. Padişah, Halife sıfatı üstündeyken vatandan ayrılmak zorunda kalınca yanında yalnızca "tevekkeltü alallah" yazılı bir levha götürmüş, dünyalığa tenezzül etmemiştir.
Şu vak’ayı tarihçi Mehmed Niyazi Özdemir Bey, bize anlatmıştı. O sırada yanımızda şimdi üniversitede profesör olan Cemal Zehir isminde bir genç de vardı. Aynen naklediyoruz:
-Mustafa Kemal Paşa, toplantıdaydı. Bir ara kapı açıldı, memurlardan biri yaklaşıp kulağına bir şeyler söyledi. Paşa, teessürle yerinden ayrılarak arkadaki odaya geçip bir süre gelmedi. Döndüğünde ağladığı belli oluyordu. "Vahideddin, San Remo’da ölmüş, o haber geldi. Dürüst adamdı. İstese yanında çok şey götürürdü ama kendinde olanları bile makbuzunu alarak teslim ettikten sonra ayrıldı” dedi.
Şu hâtıramı da bu vesileyle yazmalıyım:
Türkiye gazetesinin Çatalçeşme Sokak No 17’deki ilk merkez binasında Enver Ören Beyin odasındaydık. 3 kişiydik, makam sahibi, Ergun Göze ve biz. Ergun Bey, sohbette şu malumatı nakletti:
-Mustafa Kemal Paşa, bir gün sofrasında olanlara şunu sorar: "Dünyanın en büyük insanı kimdir?" Oradakiler hemen cevap verirler: "Sizsiniz!" Soran, "hayır!" der. Bunun üzerine Sezar, Napolyon vs. diye tahminler sıralanır. Hepsine verilen karşılık aynıdır: "Hayır!" Bunun üzerine susarlar. Cevabı, kendisi verir: "Dünyanın her yerinde, her saniye, kimin adı okunuyorsa; dünyanın en büyük insanı O’dur!"
Ergun Göze, devam etti: "Dünya döndüğü için her saniye, dünyanın bir yerinde Ezân-ı Muhammedî okunmaktadır."
Söylenecek çok söz var. Şöylece bitirelim:
20’nci asır kayıp asrımızdır. 21’inci asrın Türkiye Yüzyılı olmasına karar verdik ve 2071’de tekrar Cihan Devleti olmaya azmettik. Terörsüz Türkiye, bunun bir adımıdır. Öyle ise 3 Kasım 1839’daki Tanzimat’tan 15 Temmuz 2016’ya kadar ne varsa olduğu gibi ortaya çıksın. Fikriye Hanım’ın ölümü, Latife Hanım’ın vasiyeti, Sabiha Gökçen’in kim olduğu, İzmir Suikastı, Topal Osman cinayeti, Yıldız Yağmasında kimin ne götürdüğü, İstiklal Mahkemeleri, Koruma kanunu… ne varsa bilinmeli.
Vahideddin Han’ı yâveri, vatandan ayrılma zorunda bıraktı. Kendi nüfus kâğıdındaki ismiyle “Kamal Atatürk” hakkında da kendi Maarif Vekili Rıza Nur, Hatıratında dehşet şeyler yazdı. Cemal Granada ise şahitliklerini "Atatürk’ün Uşağı İdim" adıyla kitaplaştırdı. Beylerbeyi Sarayı havuz safası yeter…
Rahim Er'in önceki yazıları...