Sırrı Süreyya Önder’in hayat hikâyesi okunurken dikkat çeken birkaç ana madde var. Duyanlardan bazılarının dikkatini sinemacılığı çekerken, başkalarının dikkatini sosyalistliği çekmiştir, daha başka dikkat çeken yanları da vardır. Türkmen olduğu hâlde Kürtçü-bölücü bir hareketin içinde yer alması ise şahsında tezatları buluşturması anlamında şaşırtıcıdır… İnsana, seslendirilmesi zor olan "acaba, orada millî bir görevi mi vardı?" ihtimalini düşündürtmektedir…
Hastaneye kaldırıldığı haberi işitilip de herkesin övmede yarıştığı demde şifâlar dilerken şunu demiştik:
-Bir insanın sevilmesi için, illâ hasta mı olması gerekir?
Sırrı Süreyya Beyin vefat etmesi üzerine yine takdir ve övgü yarışı başladı. Bu defa da şöyle sorma hakkına sahibiz:
-Bir insanın kıymetinin bilinmesi için illâ ölmesi mi gerekir?
Vefâ, İslâm ahlakından bir cüz fakat hayatlarımızda cüz’idir. Masrafsız ve külfetsiz olduğu hâlde vefâ göstermekte beklenen yapılmaz.
Nasıl hatırlanmaz?
Şâir Bâkî, 6 asır evvelinden bugünü de istikbâli de tasvir etmiş:
KADRİNİ SENG-İ MUSALLÂDA BİLÜB EY BÂKÎ,
DURUB EL BAĞLAYALAR KARŞINA YÂRÂN SAF SAF…
(Ey Bâkî! Dostların, tabutun musalla taşına konduğunda ancak kıymetini bilip karşında saf tutup el bağlayacaklardır.)
Üstad, burada dostlarına gönül koymakta, sitem etmekte ve galiba yahut herhâlde hicvetmektedir.
Sırrı Süreyya Önder’in, bu beyti zaman zaman mırıldanmamış olmasını uzak ihtimal görüyoruz. Zira, doğduğu Şark toprakları, böylesi sırlı mısraların hercâî menekşeler misâli cemiyet içinde açtığı bir iklimdir. Merhumun ömür çizgisinde muhakkak ki daha söylenecek öteki meziyet, mecburiyet, kabiliyet, kabahat ve vasıflarından başkaları da vardır. Telakkî adamına ve durulan fikrî coğrafyaya göre değişir. Hepsinin fevkinde olarak hayat hikâyesinde bizim dikkatimizi çeken, hapishanede 7 yıl yatmış olması; 62 senelik bir ömrün onda birini hapishanenin almış olmasıdır.
Kimin gibi?
Muhsin Yazıcıoğlu gibi…
Merhum Yazıcıoğlu da bir 12 Eylül Cunta Mağduru olarak 7 yıl zindan hayatına mâruz kalmıştı…
O kirli söz, akıllarda olsa gerek. Cunta reisi, Kenan Evren, hiç hicâb etmeden "asmayıp ne yapacaktık? Bir sağdan bir soldan astık!" demişti.
Bir sağdan-bir soldan asmalar, sol-sağ, milliyetçi-komünist kavgasına tutuşturulup 10 yıl boyunca her gün 20-25 gencin birbirinin kanına girdiği dehşet dolu kargaşa vakitlerinin 12 Eylül Cunta Müdahalesinden sonra bu defa askerî mahkemeler eliyle yapılan devamıydı. "Pentagon’un çocukları" için 10 yıl boyunca darbe zemini hazırlanmış, şartlar kıvamını bulunca da 12 Eylül 1980’de çıkagelmişti…
Bu kavgaya tutuşmuş, birbirinin canına kasteden gençlerin milliyetçisi de sosyalisti de emperyalizme karşıydı. Haddizatında şuuraltı aksülameller yaşanıyordu. Kayıp yüzyılımız 20. asrın son çeyreğindeydik. Bir Cihan Devletini muhafaza edemeyip toplu iğne yapamaz hâllere düşmenin hayıflanmaları içindeydik. Ne var ki o gençler, oturup konuşamadılar. Bu imkân verilmedi. Araya hep duvarlar örüldü. Kendileri yerine silahlar konuşsun istendi.
Böylece:
50 yılımız mahvoldu.
50 bin insanımız ziyan oldu.
Çok yüksek meblağlara baliğ olan milyarlarımız battı.
Merhum Yazıcıoğulları, merhum Önderler, 20’li yaşlarını sürerken hapishanede karşı fikrin vatan haini temsilcisi olarak gördükleri gençlerle zoraki konuşmaya başlayınca doğan yakınlıklar, giderek dostluğa dönüştü. Sonunda gerçeği anladılar ama ellerinde sadece pişmanlıklar kalmıştı.
Hep söylemişizdir:
Kurşunun üstüne gitmenin, gözünü kırpmadan darağacına yürümenin riyakârlığı olmaz. Soluyla-sağıyla o gençler, ne ise oydular. Onlar, hırsız-arsız, tefeci, ihaleci, dolandırıcı değil, idealist gençlerdi. Devrin Hükûmetleri, sömürgeci vesayetlerden kurtularak bu gençleri anlayamadılar. Ülkücüler, şartlar ne olursa olsun zaten, millet, vatan ve mukaddes değerlerimizin önünde kalkan olan serdengeçtilerdi.
O günleri yaşayan biri olarak konuşuyoruz:
Devrin nesilleri olarak bizim aramızdaki köprüler çökmüştü. Peşin hükümler eldeydi ve bunlarla karşı taraf mahkûm edilirdi. Ağulu ayrılıklar içindeydik. Biz, solcuların gözünde faşist veya gerici, onlar bizim gözümüzde kızıl ve komünistti. Hâlbuki 20’li yaşların komünisti ne olacak, faşisti ne olacaktı?
Atatürk fotokopileriyse köhne izmler uğruna bir sağa, bir sola saldırarak canlardan can koparıyorlardı.
Onun için son 50 yılımız:
Yorgun yıllarımızdır.
Yaralı yıllar,
Yitik yıllar…
Yaşanmış acı tecrübeler de gösteriyor ki "Terörsüz Türkiye"nin inşâsı, bir bekâ meselesidir. Bundan böyle oyuna gelme değil, oyun bozma ve oyun kurma vaktindeyiz. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, emperyalist tuzağı bu oyunu bozarken şüpheli bir ölümle hayatından oldu. Muhsin Yazıcıoğlu, FETÖ suikastına uğrayarak ebediyete göçtü.
Sırrı Süreyya Önder, Yorgun Yılların bir çocuğu olarak Terörsüz Türkiye için, sulh ve kardeşlik uğruna ter dökerken şüpheli şekilde öldü.
Cenaze merasiminde ana muhalefet partisi başkanı Sn. Özgür Özel’e yapılan saldırı, iç savaş çıkarmaya dönük kışkırtmaların devamıdır. Arkasında MOSSAD, FETÖ ve uzak-yakın başka ajanlar olması kuvvetle muhtemeldir. Bir milletin başına gelebilecek en büyük felaket iç harptir. Terörsüz Türkiye yürüyüşü, kardeşliği pekiştirmek için başlamıştır. Hedefine varması şarttır. Terörsüz Türkiye, Türkiye’nin kilit taşıdır.
Rahim Er'in önceki yazıları...