Her gün mail dosyalarımıza günümüzün çıfıt çarşısı durumundaki internetten sahipli sahipsiz bir sürü yazı, şiir, söz, resim vs. taşınıyor. Kimi alın teri, kimi çalınmış bir sürü eski ve yeni ürün... Yok yok! Üstelik ne alırsan bedava... Bazen bir öyküme başlık buluyorum, yayınlıyorum. Ertesi gün aklıma geliyor, internette bir arama motoruna yazıyorum öykünün başlığını... Mesela, "İyi bir yazar, aynı zamanda iyi bir yalancıdır." Hopp, başka birileri başka bir zamanda yazmış meğer... Daha kötüsü, sekizinci kitabıma isim koyup yayınladık; "Üşüyorum Anne." Sonrasında bir baktım, meğer bir şarkıcının kasetinin ismiymiş! Diyeceksiniz, neden önceden bakmıyorsun? Elbette yayınlamadan önce baktıklarım da var çok miktarda... Burada verdiğim örnekler, yayından önce bakmayı atladıklarım... Tabii, bazı dostların "Bundan güzel bir öykü çıkar" notu ile bana gönderdikleri maillerden kendi öykülerim de çok çıktı! Buyurun, dönüp dolaşıp bana gelen bu öyküye... *** Bir odadan öbürüne, bir hastadan ötekine koştururken saati zamanı unutmuştum. Yoğun bir servisti bizimki... Çocuk servisleri hastanelerin en yoğun ve gürültülü bölümüdür. Artık günün yoğunluğu geçmiş, akşam tedavileri bitirmiş, servis sessizleşmişti. Tedavi odasından çıkıp ofise çay içmeye geçtiğimde telefon çalıyordu. Açtım, karşıdaki ses acile trafik yaralılarının geldiğini, içlerinde çocukların da olduğunu, damar bulamadıklarını söyleyip yardıma gitmemi istiyordu. Yorgunluğumu unutmuş hızla acil servise doğru koşturmuştum. Asansör beklerken doktor odasında nöbetçi hekimin telefonda birisiyle bağırarak tartıştığını duydum. (Sonradan öteki kişinin nöbetçi beyin cerrahı olduğunu öğrenecektim.) - Ne yapalım yahu? Bırakalım ölsün mü bu insanlar? Gelmek zorundasınız! - ... - Davet beni ilgilendirmez efendim! Nöbet değiştirseydiniz. Şu an siz burada nöbette görünüyorsunuz! -... - Yahu hoca, siz Hipokrat yemini etmediniz mi? Tatsız tartışma böyle sürüp giderken ben asansöre binip hastaların olduğu bölüme indim. Her yer kan revan içinde, ağlayan, koşuşturan, yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı. Bu hengamede sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum ama herkes elinden geleni yapıyordu. Acil serviste yatak kalmamış, insanlar sedyelere yatırılıp ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor, yetersiz kalan personel yerine hastaları yukarı sevk edilen servise aileleri çıkarıyordu. Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan ama durumu da oldukça ağır on altı yaşlarında bir genç gözüme ilişti. Gerekli müdahalesi yapılmış fakat sevk edildiği doktor henüz ortalıkta görünmediği için orada bekletiliyordu. Kendime ait serum ve tedavileri uyguladıktan sonra o çocuğun başına giderek ilgilenmeye çalıştım. Şuuru yerindeydi, konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu. Tecrübemle son anlarını yaşadığını anlıyor ve üzülüyordum. Onu orada yalnız bırakamıyordum. Zaten ben onunla ilgilenirken tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmış, acil servis neredeyse boşalmıştı. Sağ elimi sıkı sıkı tutuyor, sanki bırakırsa öleceğini biliyordu. Sesi çıkmıyordu ama gözlerinden yaşlar akıyordu. Çok acı çekiyordu. Gayri ihtiyari, "Bırakmayacağım seni, sakin ol" dedim biraz eğilerek. Orada ne kadar süre onunla kaldığımı hatırlamıyorum. Gevşeyen parmakları ölümünü haber verdiğinde, nöbette olması gerektiği halde davete gitmiş olan doktora büyük öfke duydum. Derken o beyin cerrahı az sonra acile geldi. Nefes nefese ve sinirliydi. - Sanki benden başka kimse nöbet yerini terk etmiyormuş gibi, laf yi... Sözünü bitiremedi; ölmüş delikanlının üzerindeki çarşafı çektiğinde küt diye yere düştü. Ödüm koptu. Yemekli davette sarhoş mu oldu diye geçti içimden... Diğer hekimler koşuşturdu. Doktorun, trafik kazası sonrası hastanede ölen gencin babası olduğunu ve kendi evladının tedavisine geç kaldığını ertesi gün öğrendim.