DİL MESELEMİZ -V- Türkçedeki kısırlık yok edilebilir mi?

A -
A +
OSMAN KEMAL KAYRA
 
Türkçenin son asırda düştüğü kısırlık hâlâ düzeltilememiştir. Zaten düzeltilmesi de mümkün değildir. Dile müdahale devam ediyor. Türk Dili Tedkîk Cemiyeti’nden zamanımıza kadar dilimiz türlü kalıplara dökülmüştür. Hâlihazırda oturmuş bir imlâmız yoktur.
 
 
Harf inkılâbı ile terk ettiğimiz Arap hurûfâtına “İslâm harfleri” tabirinin kullanılması, bazı çevrelerce her ne hikmetse garipseniyor. Aslında bu basit bir polemik mevzuu değildir. İslâm harfleri, yani Kur’ân-ı kerîm harfleri seçilmiş harflerdir. Eskiler bu harflere çok saygı duyup yazılı bir metin parçasını öpüp başlarına koyarlardı. Bugün bunları tenkit edenler “O kâğıtta bir roman metni vardır, nesine saygı duyuyorsunuz?” diyorlar. Şurası gayet iyi bilinmelidir ki, bu harflerde ayrı bir sır, ayrı bir hikmet olmalı ki bunların on dördü “hurûf-ı mukatta’a”dır. Yani anlam olarak kesik, aralıklı bağımsız harflerdir. Bunlar; “elif, hâ, râ, sin, sâd, tı, ayn, kaf, kef, lâm, mim, nun, he, ye” harfleridir. Bunlar, tekrarlarıyla 29 ünite oluşturur; 29 sûre-i celîlenin başında yer alır. Bu harfler çok esrarlıdır. Nitekim Hazret-i Ebûbekir (radıyallâhü anh) “Her kitabın bir sırrı vardır. Ku’ân-ı kerîm’in sırrı da evâilü’s-suverdir. (Yani hurûf-mukatta’adır) buyurmuştur. Hazret- Alî (radıyallâhü anh) da “Her kitabın bir zübdesi (özü) vardır. Bu kitabın zübdesi de evâilü’s-suverdir” demiştir.
Şimdi daha net anlaşılıyor ki Arap harfleri, İslâm harfleridir ve her harf bir sır ve kutsiyet ifade eder. Yerde bulduğu İslâm harfli metinleri öpüp başına koyan Türk milletinin en cahil ferdi bile, bu sırra vâkıf olmuş gibidir.
Kur’ân-ı kerîm okunurken “Hayızla ilgili bir âyet-i kerîmeye ağlıyorlar” diyerek onları istihfâf eden birtakım insanlara cevap şudur: Bu aziz Türk milleti, yüce kitabımızın hangi âyeti okunursa okunsun, onu ayırmaksızın kelâm-ı ilâhî diye ağlar; çünkü o söz Rabbimizindir. Bârekâllâh.
Zararın neresinden dönülse kârdır. Tamam, Türkiye Cumhuriyeti’nin alfabesi Lâtin alfabesidir ama ilkokullardan başlayarak Osmanlı Türkçesi dersleri seçmeli değil mecburî ders olarak okutulmalıdır. Bu dersleri Arapça bilen meslek hocalarının vermesi kâfi değildir. Bu mesele bir gramer ve kültür meselesidir. O hâlde bu dersler yetişmiş uzmanlarca ciddiyetle verilmelidir. Zor mudur; tabii ki zordur. Fakültelerde bile yeterince netice alınamayan bu mesele için bir “u dönüş” yapıp kaybettiklerimizi yakalamak elbette çok zaman alacaktır. Mademki biz kaybettik, o hâlde yine biz inşa edeceğiz.
 
RAKAMLAR VE ZAMİRLER
 
Türkçemiz dünyanın en işlek ve en gelişmiş dillerinden biridir. Bir dilin bağımsız olmasının üç ölçüsü vardır: Şahıs zamirleri, sayı sistemi ve bağımsız fiil çekimleri
Şimdi diğer Avrupa ve Asya dillerinden kısa örneklerle ve Türkçemizle kıyaslama yaparak, bu gerçeği daha net görelim: İtalyanca; uno, due, tre, quatro, (1,2,3,4); Fransızca; une, deux, trois, quatre);  (1,2,3,4) İsveç dili; tva, tre, sex (1,2,3) İspanyolca; uno, dos, tres (1,2,3) Portekizce; un, doıs, tres (1,2,3) Hollanda dili; een, twee, drie, vijif, zes, zeven, tien ((1,2,3,5,7,10) İngilizce; one, two, three, five, six, five, seven, eight, nine, ten (1,2,3,4,5,6,7,8,9,10) Şimdi bu diller bağımlı mı bağımsız mı? Bu dillerdeki uno, twee, tres, three, zeven, tien, six gibi az farklı söyleyişlerle ifade edilen sayılar hep ortaktır.
Şahıs zamirlerinde de benzerlikler göze çarpar. İngilizce; I, you, he, she it, we, you, they.  Fransızca; Jo (ben), tü (sen). Almanca; Ich, du, wir, ihr. Rusça; ya (ben) mı (biz ) tı (sen).  İspanyolca; yo (ben), tu (sen).
Şimdi de köklü bağımsız dillerdeki duruma bakalım: Çince; yi, er, san, szi, wu ( 1,2,3,4,5). Japonca; hitotsu, fatatsu, mitsu, yotsu, itsutsu  (2,3,4,5).
Farsça Hint-Avrupa dilleri grubunda olduğu için bu dillerle kelime benzerlikleri vardır. Fakat Farsça aslî dildir. Moğolcada da sayı sistemi orijinaldir. Arapça sayı ve şahıs sistemleri de bağımsızdır. Türkçemiz de tam bağımsız bir dildir. Zamirler ve sayılar tamamen dilimize ait olup hiçbir dille bağlantıları yoktur. Ayrıca Arapça ve Farsçadan bir sürü kelime alınmış, ama fiil çekimleri alınmamıştır. İşte bağımsız diller ve işte Avrupa dilleri… Unutulmasın ki Avrupa dilleri Greko-Lâtin dil ve kültür türevleridir.
Dilimiz sondan eklemeli bir dil olarak çok işlektir. Şu örneğe bir göz atalım: Aç- (açmak) fiilinden neler türetilmiştir: Açık ve bundan türeyenler: açık alın, açık düşmek, açık kapı bırakmak, açık kapamak, açık konuşmak, açığını kapatmak, açık vermek, açığa çıkmak, açık yürekli olmak, açık olmak, açıkta bırakmak, açık ağızlı, açık artırma, açık deniz, açık kalpli vb. gibi altmıştan fazla türevi vardır.
Zamanımızın belki en büyük şairi Yahya Kemal Türkçeyi en iyi kullanan nasir ve şairdir. Onun kullandığı kelime sayısı 5.000 civarındadır. Şiirlerini Osmanlı Türkçesiyle abidevi hâle getirmiştir. 300 kelimeyle mükemmellikleri yakalayamazsınız. Kem âletle kemâlât olmaz.   
Dilimiz bu kadar zenginken, niçin tıp, hukuk ve müspet ilimlerde 13-14. asra kadar bizde yazılı eser yoktur denilebilir. Unutulmasın ki Maverâünnehir Türk kavminin müspet ilme giriş mekânıdır. O zamana kadar bozkır kültürünün savaş, hamaset, orijinal düşünce sistemi ürünleri gerçekten harikadır. Köktürk Abideleri ve Kutadgu Bilig emsalsiz eserlerdir. Dilimiz, bu ilimlerle eser verebilmek için ıstılâhâtı zengin olan Arapçayı tercih etmiştir. Bu tercih, mecbûri bir tercihtir.
Harf ve dil inkılâbının dilimizi düşürdüğü kısırlık hâlâ düzeltilememiştir. Zaten düzeltilmesi de mümkün değildir. Dile müdahale devam ediyor. Türk Dili Tedkîk Cemiyeti’nden zamanımıza kadar dilimiz türlü kalıplara dökülmüştür. Hâlihazırda oturmuş bir imlâmız yoktur.
Dünyanın en itibarlı kurumlarından biri olan Fransız Dil Akademisi (Académie  Français) 1635’te Kardinal Richelieu tarafından kurulmuştur. Akademinin 1694’te ilk yayınlanan lügatinde 18.000 kelime vardır. Lügatin 9. baskısı yaklaşık 60.000 kelimedir. Bu lügate argo ve yerel kelimeler alınmamıştır. Basılacak kitaplarda da kurumun onayı dışındaki kelimeleri kullanamazsınız.
 
YANLIŞ KULLANIMLAR
 
Bizim dilimizi herkes istediği gibi kullanır. En itibarlı kanallarda bile harf çıkış yanlışları, sesli yanlışları, telaffuz yanlışları dilimizde büyük gedikler açmaktadır. Dizilerdeki meddah tavırlı mahallî ağız taklitleri tam bir faciadır. Meddahlar bu işin ustasıydılar. Azınlık telâffuzları veya mahallî ağızlar onlarda mükemmeldi. 
Gençlerin dili ise yepyeni bir dil gibi, bir “Esperanto” âdeta… Damağa indirilmiş “t” ve “p” harfleri, “ş” yerine Yunan aksanına benzeyen bir “s” ve Türkçe dışında meçhul edatlar. Edat gibi kullanılan sık tekrarlı “hani” vb.
Ya yanlış kullanımlara ne demeli!  Hayret bir şey. Bu nedir böyle. Ah bir şey, of bir şey diyebilir misiniz? O hâlde bu da olmaz. Bir yere teşrif edilmez; bir yeri teşrif etmek esastır. “Hanemizi teşrif etmek” doğru kullanımdır. Hristiyan veya gayri Müslime merhum ve rahmetli denmez. “Müteveffâ” denilebilir. Çağdaş ve modern aynı kelimeler gibi görünse de öyle değildir. Pigmeler, Hotantolar, Buşimanlar çağdaştırlar ama modern değildirler. Son zamanların en çok yapılan yanlışlarından birisi de hafriyat yerine harfiyat kullanılmasıdır. Hafr kazmak, hufre ise çukurdur.
Dilin en büyük TV yanlışlarından birisi de yeni bir akımla kulaklarımızı tahriş eden bir söyleyiştir: Leyla’nım, Ayşa’nım, hemşira’nım. Bu nedir böyle. Geleneksel, armonik Leyâ’nım, Ayşâ’nım, hocâ’nım  nereye gizlendi. Kim çıkarıyor bu ucûbeleri?
TV'nin en itibarlı dizilerinden biri olan “Diriliş Ertuğrul”da  “bekâ” kelimesi hep ince “k” ile telâffuz ediliyor. “Besmele” bir defa bile doğru çekilmiyor. Cür’et “cürret”, İ’lâ-yı kelimetullâh” hep ilâhî kelimetullâh olarak söyleniyor. Zülfikâr’da “k” kalındır yani “kaf”tır. Hep ince söyleniyor. Nizâm-ı âlem hep nîzâm şeklinde telâffuz ediliyor. Kavî kelimesi kâvî, vakûr ise yanlış olarak vâkur şeklinde söyleniyor. Hâkimiyyet, hâkımiyyet şeklinde kafla talâffuz ediliyor. Halime Sultan bir konuşmasında: “Mahperî Hatunla ittifak oldular” diyor. İttifak ettiler veya müttefik oldular denmeliydi. Bamsı bir konuşma sırasında “Biz âsî gelmedik” diyor. Âsî olmadık veya isyan etmedik denilmeliydi. Kânûnî’nin (Hâlit Ergenç) Hurrem Sultan’a yazdığı şiiri okurken: “Celîs-i halvetim, vârım, mâh-ı tâbânım” hârika mısraını “mâh-ı tabanım” diye okuması veya verd-i handânım”ı “verd-i handanım” diye okuması ayıptır, ayıp! Bu yanlışların hepsini yazmak için sayfalar yetmez. Hani danışmanlar? Ne iş yaparlar bu arkadaşlar.
 
YİNE İMLÂ MESELESİ
 
12 Kânûn-ı evvel 1928’de basılan ilk imlâ kılavuzu ile son kılavuzlar arasında hâlâ büyük farklılıklar vardır. Arapça, Farsça veya Batı kaynaklı kelimelerin imlâları devamlı değişmiştir. Osmanlı Türkçesi’nde okumak yazmaya nispetle daha kolaydır. Hem okuyup hem yazanların sayısı azdır. Bu yüzden bu hüneri gösterene “okur-yazar” denmiştir. Şimdi insanımızın %92’si okuma yazma biliyor, ama cehâlet tam bir felâket. Üniversite mezunlarımız bile Sakarya Nehri'ni Ege Denizi'ne döküyorlar.
Türkçe kelimelerde uzun ünlü yoktur. Bu kelimelerin imlâlarında uzun ses gösterilmediği için, bir yabancının bu kılavuzlardan faydalanması mümkün değildir. Ancak benzer kelimelerde uzun ünlüler gösterilir. Hala- hâlâ, aşık- âşık gibi. Birleşik kelimelerin ilk yazılışlarıyla şimdikiler arasında çok farklılıklar vardır. Önceki kılavuzlarda ilk okul, ilk öğretim, yüksek okul şeklinde yazılırken bugün, ilkokul, ilköğretim, yükseköğretim şeklindedir.  Bu şekiller 1970’erde bile böyleydi Sonra ayrı yazılmaya başladı. Milyonlarca antetli kâğıt, binlerce okul tabelâsı hep değişti. İlk imlâ kılavuzunda dükan, dükanci, seyye (seyyie) jeneral, ispor, istasiyon, ahçı, atlaz, üranyom gibi tuhaflıklar vardır. (İmlâ Lugati,  İstanbul Devlet Matbaası, 1928) 
Eğitim Bilimleri dili ise anlaşılmaktan tamamen uzaktır: Çekinik gen, devinişsel alan, dönüt, erişi, güdülenme, özdeşim kurma, özelik, tümdengelim, tümevarım, tümel, tükel, uyumsama, duyuşsal  vb. Bunları anlayan kaç kişi vardır. Kimse bana bunların ilmî ıstılâh olduğunu söylemesin. 
Altının tozu bile kıymetlidir. Sarraf altını işlerken o tozları bile zâyi’ etmez. Dolayısıyla bugün nostaljik hâle gelse bile, Osmanlı Türkçesi kelime ve ibâreleri kullanılmalıdır.  “ba’de harâbi’l-Basra (iş işten geçtikten sonra), ba’demâ, ba’dehû,  beyne’n-nevm ve’l-yakaza (uyku ile yanıklık arası), beyne’l-havf ve’r-recâ, (korku ile ümit arası) mine’l-bâb ile’l-mihrâb (beşikten mezara kadar), lâ- ‘ale’t-ta’yîn, ‘ale’l-usûl, efrâdını câmi’ ağyârını mâni’ (esasları alıp teferruatı bırakmak) radıyallâhü anh, kaddesallâhü  te’âlâ sirreh, an karîbi’z-zamân …
Gençler, aziz milletim! Bu unutulmaya yüz tutmuş ibâreleri kullanmak mazinizle ve ceddinizle irtibat kurmak demektir.  Bu asla bilgiçlik ve ukalalık değildir. Bu asil bir davranıştır.
 
LÜTFEN VE KEREMEN
 
Gözümüzün nuru gençler! Dilimizin zenginliğinin farkına varalım… Bin senelik mîrâstan vazgeçmeyelim. Köksüz bir nesil olmayalım. Kütüphaneler dolusu eserleri, binlerce şer’iyye sicilini, tapu tahrîr defterlerini kimlere bırakacağız? Fî-emânillâh.
Bir dahaki yazımızda buluşmak ümidiyle esen kalınız.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.