Çevremizi de tükettik kendimizi de…

A -
A +

Müsilaj denen canavarı elimizle besledik. Yağ, deterjan, boya... Denizi de kusturduk sonunda.

Bugün 5 Haziran Dünya Çevre Günü!... BM’nin düzgün yaptığı tek iş yok, buna rağmen “çevre çağrısına” bigâne kalamayız, velev ki birilerinin değirmenine su taşıyor olsalar da. Kyoto Protokolü, nükleer atıklar, kimyevi silahların sınırlandırılması filan.
Alayı yalan, eğer yasaklı bombalar Suriyelinin, Filistinlinin, Azerbaycanlının başında patlıyorsa kimin umurunda? Eskiden kınarlardı, artık o bile zor geliyor. BM adam olsa Esad’ın, Netanyahu’nun, Paşinyan’ın, dolanamaması lazımdı ortalıkta.  
Neyse... Gelin biz kendimize bakalım, yerküremiz için neler yapabiliriz acaba?

Çevremizi de tükettik kendimizi de…

DENEMESİ BEDAVA
Bir ara okumuştum. İngiltere’de 130 kiloluk bir teyze, 1965’teki gibi yaşamaya başlıyor. Alışverişe yürüyerek gidiyor, asansöre binmiyor, kumanda cihazı kullanmıyor, bahçeye çiçek ekiyor, çamaşırlarını ipe seriyor...  
Ne ekstra spor, ne de kalori hesabı, bir sene sonra 65 kiloya düşüyor, kendini fevkalade zinde hissediyor.
1965 yılında biz n’apıyorduk sahi?
Ümraniye’deydik o zamanlar...
Enerjiyi kesinlikle israf etmiyorduk, elektrik yoktu zira.
Su telefi de mevzubahis değildi, musluklar ıslık çalardı açınca. Küçük büyük, evin bütün erkekleri suya gider, tulumba çekmekten avuçların nasır tutar. Galvaniz kovaların sapı tel gibi incedir, elini yarar. Bir de altı dar, üstü geniş değil mi? Çalkalandı mı üst baş sırılsıklam.
Eh bu su boşa akıtılır mı? Gıdım gıdım kullanılır. Belki de bu yüzden boşa yanan ampule, damlatan musluğa dayanamayız hâlâ…  
Öyle döne döne duş yapmak ne mümkün? Soba üstünde güğüm ısınır, götürüp kazanda bakraçta ılıştırırsın, maşrapa ile dökersin vücuduna.
Bir de suyu Çamlıca’dan gelen bir çeşme vardı, içmek için alırdık. Nasıl kuyruk; tenekeler, bidonlar... Seher vakti git, kırk kişi başında.
Henüz şampuanla tanışmış değildik, iri kesim sabunlarımız olurdu, halis zeytinyağından, mis kokar, saçını ipek yapar.
Kadınlar temizlikte mayi sabun kullanır, suya toprağa zararı dokunmaz. Ama Tursil ve Mintax aporttaydı, ayak sesleri duyulmakta...

PEŞKİRDEN KÂĞIDA
Otellerde, plazalarda görüyorum, adam en üstten bir aşağı inecek, taa bodrumdan asansör çağırıyor. Ne yaptığının farkında değil, gözü telefonunda.
Bakıyorsunuz elini kurulamak için metrelerce kâğıt yoluyor. Gitti mi koca kütük boşa?
Biz peşkire silinirdik, helâmızda taharet bezlerimiz olurdu, çivilere asılırdı ucundan.
Alamancılardan duyardık, gâvurun tuvaletinde su yokmuş da, kâğıt sarkarmış duvarda. Olacak şey mi canım, hürmetli kâğıt necasetin yanında?
Mahallede kimsenin otomobili yoktu, cadde üstünde birkaç damalı taksi yatar, herkese yeter artar.
Şehirle bağlantımızı İETT otobüsü ve çeyreklerde kalkan FeKa’lar sağlar.
Kadıköy’e gidecekler Kısıklı’ya yürür, binerlerdi tramvaya.
Yani egzoz emisyon gailesi de mevzumuzun dışında.

Çevremizi de tükettik kendimizi de…Çevremizi de tükettik kendimizi de…

TABAKLAR SIYRILA
Ekmekçi sabah erkenden dolanır. Merkebinin üzerinde iki büyük küfesi vardır, iri yuvarlak somunlar satar. Kabuğu kalındır, sıcakken çıtır çıtır, mis gibi buğday kokar.
Ekmek son lokmasına kadar yenir, kırıntılar parmakla toplanır atılır ağza. Yere düşen parça öpülür, başa konur. Yemek bitince sofra bezi itina ile katlanır, silkelenir kuşların alıştığı kuytuya.
Tabakta bir şeyler bırakma hastalığı... Hayır asla! O günlerde ortadan yerdik zaten, herkes kaşık atar çinko sahana. Kesinlikle artmaz, atılmaz. Ekmekle sıyırıp sünnetleyene “Aferin” derler “nişanlın güzel olacak!”
Şimdi bakıyoruz, çöplerde ne kekler ne börekler, adam beş ekmek alıyor birini yiyip dördünü asıyor konteynerin yanına.
Hayır efendim sütçüler filan almıyor, hayvanlara da verilmiyor, çünkü yemyeşil küfleniyor.
Poşeti gurbetçilerde görmüştük ilk defa. İyi kötü bir çantaydı savurup atıyorlardı ama. Gazı bitince atılan çakmaklar da tuhafımıza gitmişti. Bu nasıl bir müsriflikti? Sirkeci’ye götürüp sibop taktırsalardı ya!
Pazara sepet ya da pazar çantası ile gidilirdi. Patates soğan alacaksan file kullanabilirsin ama meyve açıktan taşınmaz.  Alan var alamayan var, göz hakkı olur sonra.

ÇAKIR GÖZLÜ MARMARA
Gelelim üst başa, babanınkiler abine uydurulur, abininkileri sana… Yakalar ters yüz, dizlere yama.
Ne zaman ki naylonlar, orlanlar çıktı terlemeye başladık. Koktuk kirlendik, cilt hastalıklarıyla tanıştık o saatten sonra.
Üsküdar’a inen balık alır, kalkan, kılıç, kofana… Hiç olmadı palamut bakarsın, çifti iki buçuk lira. Lüfer almayanı dövüyorlar zaten, bedavadan ucuza.
İstavritmiş, izmaritmiş gümüşmüş, mezgitmiş kıymeti yok, dağıtılır fukaraya.
Müsilajı görmemiş, göreni de duymamıştık daha.
Suni gübre ve tarım ilacı bilmezdik, bir domates kesersin alır seni götürür bostana. Seyyarlar salatalık soysa caddeler kokar, kaynamış mısır ona keza.  Kavunlar esans küpü, şeftalinin mandalinanın rahiyası komşuyu tutar.
Karpuzlar iri siyah çekirdekliydi, tohumluk ayırabilirsin kenara.
Bakkala ben giderdim; 2,5 lira veririm, yarım kalıp peyniri teraziye atar. Her seferinde 250 gram, ne eksik ne fazla.
Bazen inisiyatif kullanır helva alırdım, onun da fiyatı o civarda. Henüz glikoz, koruyucu boya moya yok, tepsiyle gelir, kırılır, dağılır, mis gibi susam kokar ve ağzınızı ılıcık yapar.
On lira bir eşikti sanırım. Zeytin de on lira, et on lira… Uzun yıllar böyle gitti, enflasyon daha sonra…

SABAH HOROZLARLA
Cemaat yatsıdan çıktı mı bi’ sükûn çökerdi sokaklara. Sabah ezanı ile kapılar açılır, kepenkleri kalkar metalik şakırtılarla.
Gürültü kirliliği yoktu, taaa Namazgah’ta vites değiştiren kamyonun sesi gelir kulağınıza.
Böyle cipsler, çikolatalar ne gezer, bayılırdık kuru üzüm, leblebi, iğde ve keçiboynuzuna. Derken suni gıdalar çıktı. Sana, Oralet, Vita…
Tanıdığımız tek şişman Necdet Tosun’du, obezite mefhumu duyulmamıştı daha.
Sonra Üsküdar’a taşındık (1967). İlk geceyi unutamam, Barbaros Bulvarı’na bakakalmıştık karşıdan. Sağ şerit kıpkırmızı stop lambası, sol şerit bembeyaz far. Akıyor da akıyor. Yıldızlar solmuştu âdeta.
Bu büyük bir sıkıntı biliyor musunuz? Kuşlar, arılar yuvalarını ararken Ay’ı kerteriz alıyorlar. Eğer ortalıkta aydan daha parlak ışıklar varsa…
Derken buzdolaplarını, gardropları doldurduk, üç adımlık mesafe için basar olduk marşa. Bir bisikletle her işimizi görebilirdik oysa.
Eskiden süt ve gazoz şişelerini saklar, tekrar satardık bakkala. Şimdi depozito yok, ekleniyor fiyata, biracılar son yudumu çekti mi vuruyor asfalta, yerler sırça.
Araziler poşet içinde, biliyor musunuz bunu yiyen sığırlar çıkamıyor sabaha!
Plastik, bin senede çözünüyormuş, bir nesil 20 sene olsa, “torunumun torununun torunu” diye kaç defa saymam gerekecek acaba?
Konforkolik olup çıktık, ne çocuklarımıza acıyoruz ne mahlukata.

KÜLLİ KEŞFÜN MUZIR
Geçen bir avcıyı sıkıştırdım, “iş mi yani” dedim, "ne istiyorsunuz el kadar kuşlardan?"
-Bizim vurduğumuz üç beş tane, onu da zayi etmiyor, yiyoruz. Ama dere tepe dolaşırken görüyoruz ki, binlerce kuş tarım ilacından telef olmuş, kurumuşlar kırda bayırda.
Kuş azalırsa ne olur biliyor musunuz? Keneler çayırları, tırtıllar ormanları sarar. Felaket kapıda...
Radyasyon ayrı dert, sabah akşam güvenlik kapılarında röntgenimiz çekiliyor... Mahallenizde baz istasyonu olmadığını sanıyorsunuz di mi? Reklam totemlerinin, minare şerefelerinin ve soba bacalarının içi cihaz dolu, yakın mesafeden sıkıyorlar sırtınıza.
Tamam kuluz, kusurluyuz, hata yapar, pişman oluruz. Umulur ki affeder Cenab-ı Mevla.
Ancak Rabb’im insan ve hayvan hakkına karışmıyor.
Tamam kimsenin malını çalmamış, kalbini kırmamış olabilirsin ama geceleri baca filtrelerini devreden çıkarıyor, kimyevi atıkları suya salıyor, bağda bahçede şuursuz ilaç kullanıyorsanız hesabınız çetin olacak.
Ruz-ı mahşerde astımlı çocuklar, kuşlar, balıklar ve envai mahlukat yapışacak yakanıza.
Ne diyebiliriz ki onlara?

 

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.