“Hayvanları Koruma Kanunu” demişken!

A -
A +
Hayvanların da hakları olacak sonunda.
Olsun tabii, hiçbir mahzuru yok, hatta onlar adına bir de mahkeme kurulsun, hayvanlarla sorunu olanlar orada yargılansın! Lakin hayvancağızların ağızları var dilleri yok, nasıl olacak bu?
Ormanları Koruma Kanunu, Çevreyi Koruma Kanunu, Bitkileri Koruma Kanunu vs. Ne de olsa insanoğlu elini nereye atsa orada ot bitmiyor, akan çeşme kuruyor, çağlayan nehir susuyor!
 
Esasında bana kalsa “Dünyayı Koruma Kanunu” çıkarırdım ya… Ne yazık ki dünya hiç kimseye kalmıyor! En iyisi ben hikâyeme geçeyim. Hikâye dedimse önce bir hikâyeden söz edecek, kendi serencamımı o hikâyeye dayandıracağım…
Tanzimat Edebiyatının önemli yazarlarından Sami Paşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı hikâye kitabında yer alan küçük hikâyelerden birisi “Kediler” adlı hikâyedir. Oldukça ironik bir o kadar da insanı düşündüren güzel bir hikâyedir. Hikâye insan sevgisi ve hayvan sevgisi çatışması üzerine kurulur. Konusu özetle şöyledir:
Otuz üç senedir evli olan bir adamın karısı tam 30 kedi beslemektedir lakin ev her geçen gün kedi tasallutu altına girmekten dolayı yaşanır olmaktan çıkmış, adamı canından bezdirmiştir.
 
Artık her sabah evde bambaşka bir huzursuzluk vardır. Mutfakta ya kediler dolaplara girip sütü içmiş, ekmeği çalmış ya da adamın kahve fincanını döküp âdeta adamcağıza hayatı dar etmiştir. Yazar bunu şöyle ifade eder:
“Zavallı koca! Hareminin, mutasarrıfa olduğu eve, celb ve cem’ ettiği yirmi-otuz kedinin ta’ci-zat ve tasdiatından artık bizâr olmuştu. Evin içinde sahibü’l-beytten ziyade bir reviş-i âmirane ile kuyruklarını kaldırıp bu bedbaht kocaya bir nazar-ı istihfaf ve istihkar atfederek dolaşan bu kibirli hayvanat kanepelerini istila etmiş, koltuk sandalyelerinde uyurlar, o senenin soğuk kışında ısınmak için yaktığı ateşin karşısında düşünürler, sofalarında, odalarında sâmia-hıraş sesleriyle kavga ederlerdi. Günden güne et-vâr-ı küstahânelerini arttırarak tekessür eden kediler bu adama evinde bir câ-yı tevakkuf bırakmamağa başladılar...”
 
Adam sonunda kalkıp kaymakamlığa giderek kedileri şikâyet eder. Ancak hiçbir şey yapılmaz. En sonunda bir sabah iyice daralan talihsiz adam, karısının karşısına dikilip:
-Ya ben ya kediler! Der. Kadın hiç düşünmeden “Tabii ki kediler” demez mi?
Kediler karşısında düştüğü duruma çok içerleyen adam bavulunu alıp evi terk eder. Evi terk etmiştir etmesine lakin şimdi nereye gidecektir? Cebindeki para ve gururu arasında sıkışıp kalır. Bütün gün denizin karşısında oturup hâli pürmelaline gâh ağlar, gâh düşünür. Akşam geldiğinde yine boynu bükük bir şekilde aynı yoldan evine döner... Yazar hikâyeyi çok ilginç bir sonla bitirir:
“Mütefekkir bir çehre, müteessir bir hâl ile evine giderek refikasına hiçbir şey söylemeden doğru odasına çıktı. Minderin üzerine kapanıp da hıçkıra hıçkıra ağlamağa başlayınca, haremi, kemal-i itina vü nezaketle oda kapısını açarak 'O kadar haykırarak ağlama. Kedilerimi korkutacaksın!' dedi...”
 
İşte bazen hayvanseverlik bu boyuta gelebiliyor!
Maalesef, bizim oturduğumuz sitede böyle bir durum var. Kediler öyle çoğaldı ki her eve dokuz on kedi düşüyor ve verandamızda oturamaz hâle geldik. Kedi maması versen birbirleriyle kavga ediyor, bahçede bulunan çiçek nev’inden ne varsa kırıyor, döküyor, ortalığı birbirine katıyorlar. Çiçek saksılarının içine yattıkları için çiçeklerimiz kuruyor! Evlerimizin pencerelerine tüneyip odaları gözetmeleri, gecenin bir vaktinde bebek ağlıyormuş gibi tuhaf sesler çıkararak korku filmlerine âdeta taş çıkartıyorlar…
Bu gidişle öyle zannediyorum ki bizler de mahkemeye gidip:
-Ya biz ya hayvanlar, diyeceğiz!
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.