Merkez Bankası bildiğimiz gibi...

A -
A +

Her hafta bu köşeye farklı bir konu ya da gelişme üzerine yazmak için yola çıkıyorum. Birçok kere döviz-borsa-faiz üçlemesi dışına çıkmak mümkün olsa da, ekonominin ajandası bizleri zorluyor. Mesela Merkez Bankasının faiz kararı üzerine yazacak bir şey yok ama yazmasak da “neden es geçtin” diye soruyorlar.

Dünyada büyük ekonomilerin Merkez Bankaları enflasyonu önceliğe alarak faiz artışlarını duyurduğu bir zamanda, TCMB büyümeyi önceliğe koyan bir anlayış içinde yola devam ediyor. Kamu Bankalarını ve bazen de piyasayı düşük faizle fonlayıp, döviz yükselişini satış yaparak önleyerek zor bir formül deniyor desem yanlış olmaz. Sürekli fonlama ve düşük faizle büyüme garanti altına alınamayacağı gibi dövize doğrudan müdahalenin başarı şartları da belli.

Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, sermayenin ve tasarrufların bu faiz seviyesiyle bankalarda sürekli değer kaybetmesi, maliyetlerin döviz kurlarından da hızlı artması üretim ve tüketim cephesinde stoklama eğilimlerini artırıyor. Sanayiciler üretmek yerine ham madde ve ara malı toplama yoluna gidiyorlar, tüketiciler de eğer fiziki şartlar müsaitse, gelecekte daha pahalı olacağı ya da bulamayacakları ürünleri stoklama derdindeler. Merkez Bankası piyasayı enflasyona nazaran çok düşük faizle fonlamaya devam ettikçe, bu davranış kalıbını besliyor. Farkında olmadıklarını düşünerek yazıyorum bunları.

Konut ve otomotiv fiyatlarındaki yükseliş de bu sebeple devam ediyor. Krediyle satın aldığı aracın %50 değerlendiğini görenler, krediyi erken kapatıp aracı satmaya yöneliyorlar. Bu giderek büyüyen bir iş kolu hâline geldi. Normalde finansal kurumlar kredilerin erken kapanmasından hoşlanmazlar. Ancak geçmişte düşük faizle kredi verdikleri paraya vaktinden önce kavuşunca, bugünkü yüksek faizden yeni kredi açmaları mümkün olabiliyor. Bu kadar anormalliğin bir arada yaşandığı bir zaman dilimi hatırlamıyorum desem yanlış olmaz. Konuttaki fiyat hareketinin de sebebi düşük faiz. Mevduata para koymayı akılcı bulmayanlar gayrimenkule yöneliyor.

“Çözüm ne” diye soranlara meselenin ekonomik olmadığını, esasında seçimlere kadar piyasalardaki harareti kestirmesi çözümlerle düşürmeye çalıştığımızı söylüyorum. Çözüm kelimesi benim için her zaman köklü değişiklik anlamına gelir. Dolayısıyla yapısal reformlar, planlama unsurunun devlete geri gelmesi, ekonomik kurumların itibarının sağlanması, güven unsuru, bilimsel rasyonelliğin benimsenmesi gibi adımların piyasayı rahatlatacağını söyleyebilirim.

Ucuz kredi, teşvik, ithalattan korunma gibi tüm eylemler yapısal reformların eksik olduğu yerlerde kalkınma değil “kayırma” etkisi oluşturuyor. Türkiye’nin 1923 İzmir İktisat Kongresinden beri rotası bellidir. Bu rotayı şu şekilde tarif edebiliriz:

- Devlet mal ve hizmet üretenin maliyetini düşürmek için altyapı yatırımı yapmakla mükelleftir.

- Beşerî sermayenin kalitesini artırmadan fiziki sermayeyi artırmak verimsizliğe yol açar.

Demek ki Cumhuriyetin kuruluş felsefesi devlete piyasa şartları altında faizi tutma görevi değil, üretim için topyekûn maliyeti düşürecek yatırımların yapılması görevi vermiş. Kamu ve özel sektörü de “iş gücünü ve işvereni eğitin” diye uyarmış. Söz konusu eğitimi gençleri piyasa gerçeklerini göz ardı eden uygulamalara dâhil ederek tamamlayamayız. Dolayısıyla kritik karar alıcıların etrafındakilere “bu aldığımız kararlar kalıcı değil geçicidir” demesi lazım. Bugünkü uygulamaları bir iktisat modeli olarak lanse etmek siyasi açıdan gerekli görülse de, alternatifleri tıkayan hâli sebebiyle yarının yöneticilerine doğru bir örnek oluşturduğu konusunda soru işaretlerim olduğunu söyleyebilirim.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.