Mesnevî-i Manevî’deki bazı mühim konular

A -
A +
 
 Hazret-i Mevlânâ kabir ziyâretlerine çok önem verir. Gavs, kutb, şehitler ve kemâl ehlinin müminlerin imdâdına yetiştiklerini âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler delâletiyle  beyân eder. Kabirleri tahrîb edip onlardan yardım isteyenleri tekfîr eden Vehhâbî tâifesine Rabb’im izan versin ve hidâyet buyursun.
 
Allâme diye adlandırılan birçok ilim ehli, kendi akıl ve ilimlerine güvenip Ehl-i sünnet karînesinden ayrılmışlar ve dalâlete düşmüşlerdir. Bunun sebebi ilim gurûrudur.
 
İmâm-ı Gazâlî hazretleri “Allâh’ı dünyâda görmek mümkün değildir” buyuruyor.
                    
Mevlânâ hazretleri hakkında yazı yazanlar, genelde popüler konulara eğilmişler ve o büyük velînin mânevî dünyâsından uzak kalmışlardır. Hümanizmi, şairliği bir yana, bâzı -hâşâ- ahlâk dışı kıssaları ona mâl edip, fabllerinden (hayvanları insan gibi konuşturan tür) dolayı da Hazret’i, bir Ezop taklitçisi gibi göstermişlerdir. Hâlbuki mesele bu kadar basit değildir. Şimdi Mesnevî’deki bâzı önemli konulara bir bakalım:
 
Hilâfet’te ilk mesele
 
(Metinler geniş ölçüde sâdeleştirilerek verilmiştir.)
Hazret-i Osman’dan sonra Hazret-i Ali’nin hilâfete gelmesi onun talebiyle oldu. Görünüşte mevki ve hüküm sâhibi olmak vardı; hattâ bu yüzden Alî (kerremallâhü vecheh) Hazret-i Muâviye ile de muhârebe etti. Bu, işin zâhirî kısmı idi. Hakîkatte ise murâdı, emîrlere hüküm yolunu göstermek, kâdî ve adâletle uğraşanlara, nasıl davranılması gerektiğini anlatmaktı. Hilâfete bir başka can vermek, emirlik mertebesini en yüksek dereceye ulaştırmaktı. Sonraki halîfeler gibi mal, mülk ve makam derdi yoktu.
(Hazret-i Peygamber aleyhisselâmın Mekke ve diğer fetihlerinde de nefsî ve şahsî istekler hiç olmamıştır.)  (Mesnevî, c.5, s. 704-705 ) (Aksini düşünmek bile Efendimize bühtandır ki hafazanallâh.)
(Dolayısıyla Hazret-i Muaviye de Sahâbe-i kirâmdan olup, onların aralarındaki meseleleri bir ictihâd mevzûu olarak görmek ve bu konuda vebâl yüklü sözler etmemek lâzımdır.)
 
Mirâc-ı güzîn
 
Mirâc-ı güzîn, ilâhî ve nebevî bir hâdise olup, Kur’ân-ı kerîm ve ehâdîs-i nebeviye ile teyit edilmiştir. (Âyetler ve  hadîslerle doğrulanmıştır.) Mesnevî’de bu hâdise şöyle anlatılmıştır: “Cenâb-ı Hak onun gözünü ve dilini bağladı. Yâni Mirâc’a giderken melekût âleminin olağanüstü bütün garip ve tuhaf hâlleri ona arz edildiği zaman o, ‘Aslâ sağa sola bakmadı. Göz aslâ kayıp şaşmadı.” (Necm sûresi, 11,12, 13, 14, 14, 16, 17, 18 )
“Kalp gördüğünü yalanlamadı. And olsun ki Cebrâil’i bir başka inişte de görmüştü.”
Kâdî Beydâvî tefsîrinde 11. âyet-i kerîme için “Gözü gördüğünü yalanlamadı ve 13’te and olsun onu bir defa daha gördü. Efendimiz’e “Rabb’imizi gördün mü” denildiğinde “Onu kalbimle gördüm” dedi. Agt  c.5, s. 132
Hazret-i Mevlânâ devamla “Onun nezzâresinden (bakma, seyretme) murâd, Hazret-i Resûl, Allâhü teâlânın incilâsından (parlaklığından) öyle dopdolu olmuştu ki o hâle hiç kimse muttali olmadı (erişemedi)” diyor.
Yine Resûl aleyhisselâm “Rabb’imle benim aramda öyle bir an vardır ki oraya ne bir mürsel nebî, ne de bir mukarreb melek sığmaz” buyurmuştur.
Mektûbât-ı şerîfede, “Burada bildirilen vakit, şimşek gibi gelip geçen vakit değildir. O tecellî, o server için süreklidir” buyuruluyor.
Bu rüyet meselesi çok tartışılmış bir konudur. Bizi aşan bu meselede İslâm âlimleri neler söylemiş onlara bakmak lâzım:
İmâm- Rabbânî hazretleri, bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin söz birliği ile Allâhü teâla dünyâda görülmez, buyurdu. (Mektûbât-ı şerîfe c. S 283.)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, “Dünyâda Allâhü teâlâyı gördüm diyen zındıktır. Evliyânın kalp gözü ile görmesi rüyet değildir; onlarda şühûd hâsıl olmaktadır” dedi. (İ’tikâdnâme )
İmâm-ı Gazâlî hazretleri İhyâ’sında Allâh’ı dünyâda görmek mümkün değildir buyuruyor.
Hazret-i Âişe: “Resûlullâh, Allâh’ı gördüğünü söyleyen yalan söylüyor” buyurmuştur. (Buhârî)
İmâm-ı Rabbânî, Hâlid-i Bağdâdî, Abdülkâdir Geylânî gibi mübârek zâtlar Efendimizin Mirâc’da Rabb’ini görmesi dünyâ görmesi değil, ahiret görmesi olduğunu söylediler.
Câbir bin Abdullâh, Efendimizin, Necm sûresindeki “Onu Sidretü’l-müntehâ’nın yanında bir defa daha görmüştü” meâlindeki 13. âyet üzerine “Elbette Rabb’imi gördüm, Sidre’de Rabb’imi gördüm. Öyle ki ilâhi vechin nûru benim için zâhir oldu” buyurduğunu nakleder.
Efendimiz buyurdular ki: “Allâhü teâlâ Hazret-i İbrâhim’i hulletle (dostlukla) Hazret-i Musâ’yı kelâmla, beni ise zâtını gösterme nimetiyle şereflendirdi.” (İbni Asâkir)  (dinimizislam.com’dan)
(Mirâc’da rü’yet bizi çok aşan bir mesele olduğu için bu konuya dikkatle yaklaşmak lâzım. Efendimizle ilgili bu meseleye kendi açımızdan bakarsak felâkettir. Risâletpenâh Efendimiz’in hâllerini mübârek İslâm âlimlerinin açıklamalarına bakarak tatmin olmalı ve haddi aşmamalıdır. Zîra bu terâzû o kadar sıkleti çekmez.)
 
Mesnevî’de felsefe konusu
           
Din düşmanlarından biri de felsefe ile meşgûl olandır; filozoflardır. Şerîat-i Resûlullâh’ı bırakıp aklı mürşîd bildiler ve “akıl mezhebi”ne tâbi oldular. Onlar derler ki: “Her peygamber âvâmın kısır anlayışlı olanları içindir ve onlar için gönderilmişlerdir. Zîrâ aklı olan peygambere muhtâç olmaz. Hudâ’ya delil ve hidâyet vesîlesi akıldır. Akla uymayan Hâlık’ı bilmez. Biz ki en olgun akıllı tâifeyiz; o hâlde enbiyâya tâbi’ olmak bize lâzım değildir. Aklımız neyi ma’kûl görürse ona tâbi’ oluruz. Akıldan gayrisi nakildir; onlar behîmî (hayvan gibi ve cahil) olan insanlar içindir.”
Böyle söyleyenleri ol Hazretin nûr-ı şerîfi kahretmiştir. Nübüvveti hakkında ve Kur’ân hakkında her ne söylerlerse vârisleri de ol Hazret’in okları gibidir ve Şerîat’in okları onları helâk eder. Bâzıları da kurtulmak için ol Hazret’in şerîatine sığınırlar ve helâk olmaktan kurtulurlar.(Mes. C.4 s. 785-786 )
           
 Mesnevî’de İbni Sînâ
           
Şimdi bildik ki bu aklın bu deryada hiç faydası yoktur. Âşinâlık rûh ummânında hîçtir. Yâni rûh diyârına gitmek ve ilim deryâsına sefer kılmak, seyâhat ve dalgıçlık etmek ve burada aklın gerekleriyle hareket etmek hîç ender hîçtir. (bomboştur) Bu durumda Nûh aleyhisselâmın gemisine binmekten başka çâre yoktur. Nûh’un gemisinden murâd, Sünnet-i Nebeviyye ve Şerîat-i Mustafaviyye’dir. Bu durumda Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Benim sünnetim Nûh’un gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtuldu. Buna muhâlefet eden ise denizde gark oldu.
Bir kimse akılda Calinus ve Aristotalis gibi meşhur olsa ve Ebû Alî bin Sînâ gibi hekimlikte reis olsa ve şifa kitapları yazsa, bununla birlikte Şerîat-i Garrâ-yı Mustafavîyye’ye uymasa, bu denizde boğulmuşlardan olur.
Nitekim Suhreverdî hazretleri felsefî meşrep olan ve Kitâb-ı Şifâ’ya i’timâd edip onun gereği üzerine hareket eden kimseler hakkında der ki: “Millete kaç defâ dedim ki, siz Şifâ Kitâbı’na göre uçurumun kenârındasınız. Uyarımıza kulak asmadılar. Allâh’a sığındık bu da yetti. Aritotalis dîni üzere öldüler. Biz de seçilmiş dînimiz üzere yaşadık.”
Rükneddin Alâüddevle’den şöyle nakledilmiştir: “Şeyh Mecdeddin Bağdâdî (kuddise sirruh) buyurmuşlardır ki: ‘Resûl aleyhisselâmı rüyâda gördüm ve sordum ki: Ey Allâh’ın elçisi, İbni Sînâ hakkında ne dersin?  Şöyle dedi: O benim vâsıtam olmaksızın Allâh’a varmak istedi; elimle ona engel oldum ve cehenneme yuvarlandı.” (Hafazanallâh) (Mes. C. 4, s, 785-786)
           
Sininiz ve konuşmayınız!
           
Hak sübhânehu ve teâlâ hazretlerinin kelâm-ı şerîfi latîf, hitâbının lezzeti ve tadı o derecedir ki (cehennem ehli için azarlama) olduğu hâlde bile cana ondan lezzet gelir. Bu durumda lutf-u keremle hitâb eylemesinde ne mertebe letâfet ve lezzet olmalı ki kıyâs eylemek lâzımdır. Nitekim Kelâbâzî hazretlerinin “Tearrüf” adlı kitâbının şerhinde buyrulur ki: “Ehl-i cehennem oraya dâhil olduklarında bin sene mikdârı azaptan sonra ‘Rabb’imiz bir daha ettiklerimize dönersek artık belli ki biz zâlimlerdeniz’ (Mü’minûn-107) diyerek duâ ederler ve inlerler. Bin yıldan sonra Hak teâlâ cânibinden onlara şöyle bir hitâp gelir: “Sinin, orada alçaldıkça alçalın, benimle konuşmayın!” (Mü’minûn-108 ) Rivâyet odur ki cehennem ehli uzun müddet ateşin acısını unuturlar ve onun lezzetiyle tesellî bulup nice zaman kendilerinden geçerler.
Beydâvî tefsirinde ise “Sinin orada, ateşin içinde hor olarak kalın! Çünkü orası isteme yeri değildir. Bu hitâp “Hase’tü’l-kelbe”den gelir ki, köpeği kovmaktır. “Onlar, ‘Bizi çıkar da iyi amel edelim’ derler. ‘Size yeteri kadar ömür vermedik mi’ denir.”(Beydâvî tef. C3. S.355) Yine “Onlar onun içinde ebedî kalacaklardır, Onlardan azap hafifletilmez ve onlara bakılmaz.” (Al-i İmrân-88 )
“Onlar iliklere işleyen bir ateş ve bir kaynar su içindedirler. Ne serin ne de yararlı olan zifîrî bir gölge.” (Vâkıa-42, 43, 44)
Burada hassas olan nokta, Rabbimizin köpek azarlar gibi olan hitâbından anlaşılan odur ki, onlara merhamet etmiyor. Çünkü onların azaplarının aslâ azalmayacağı âyetlerde açıkça belirtilmiştir. Hazret-i Mevlâna burada bir kıyas yapıyor ve Rabb’imiz “Ey cennet ehli kullarım! Benden ne isterseniz isteyin” diye hitâp ettiğinde  cennet ehlinin ne hâllere, hangi yüksek zevklere ulaşacağını fehmedin” diyor. (Mes. C. S 151)
 
 Mü’minler ölmez
 
Enbiyâ aleyhisselâm ve evliyâ-yı kirâm hazerâtı kabr-i şerîflerinde canlıdırlar. Ölü değildirler Belki savaşırken ölenler bile diridirler. Nitekim “Allah yolunda öldürülenleri ölü sayma. Onlar diridir ve Rabb’leri katında rızıklandırılır.” (Al-i İmrân-169)
Bir hadîs-i şerîfte “Mü’minler ölmezler, dünyâ mekânından ahrete naklederler” buyurulur. Fakat bunun için ölmeden evvel ölenler, gavsiyyet ve kutbiyyet mertebesini bulanlar, vefâtlarından sonra da dünyâdaki gibi feyz ve imdâda kaadir olurlar. Kim ki bunların rûh-i şerîfinden hâlis niyet ve tam teveccüh ile yardım dilerse meded bulurlar, murâd ve maksûdlarına nâil olurlar (izâ tehayyertüm… diye başlayan hadîs de buna delildir.  Yâni dünyâ işlerinizde zorlandığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz buyurur Efendimiz) Bu istek sunulan kabirler, ehl-i kemâlin kabirleridir.”  (Mes C. S. 426)
(Hazret-i Mevlânâ kabir ziyâretlerine bu kadar önem verir. Gavs, kutb, şehitler ve kemâl ehlinin kabirlerinde canlı olduklarını ve müminlerin imdâdına yetiştiklerini âyet-i kerîmeler  ve hadîs-i şerîfler delâletiyle  beyân eder. Kabirleri tahrîb edip onlardan yardım isteyenleri tekfîr eden ve kabirlere ilticâ edenleri cebren uzaklaştıran Vehhâbî tâifesine Rabb’im izan versin ve  hidâyet buyursun…)
           
Hidâyet ve dalâlet
 
“İlim bir hazîne, suâl ise onun anahtarıdır” hadîs-i şerîfine binâen, soru da  ilmin yarısıdır buyurulmuştur. Bir câhilin bir müşkil meseleden suâl etmesi mümkün değildir. Çünkü suâl de cevap da birbirinin içindedir.
Gül ve diken aynı sudan ve aynı topraktan yetişir. Öyleyse suâl de cevap da ilimden olur. Bu yüzden kişinin ilmî seviyesi, sorduğu sualden anlaşılır. Bunun gibi hidâyet de dalâlet de ilimden hâsıl olur. 
Devâmla Hazret-i Pîr buyuruyor ki: “Yine aynı şekilde düşkünlük ve kuvvet güzel gıdâlardan olur. Yâni iki zıddın aynı şeyden meydana gelmesine çok şâhit oluruz. Düşmanlık da muhabbet de âşinâlıktan olur. İnsan tanımadığına ne düşmanlık eder ne de sevgi besler.
Bâzı kimselerin mîdelerinde zafiyet vardır. En güzel gıdâlar bile bunlara dokunabilir. Görülüyor ki kuvvet de zafiyet de aynı gıdâdan olur.  (Mes. C. S. 328 )
(Ankarâvî  Şerhi, 13 Cumâde’l-ûlâ cemâziyelevvel, 1289 (1872 )Matbaa-yı Âmire 6+1 cilt.)
Cevâbın da suâlin de, hidâyetin de dalâletin de kaynağı ilimdir. O hâlde ilim sâhibi olarak gurûruna yenilen ve  huzurdan tardedilmiş şeytân gibi olmamak için ne yapmalı, nasıl davranmalıyız?
Allâme diye adlandırılan birçok ilim ehli, kendi akıl ve ilimlerine güvenip Ehl-i sünnet karînesinden ayrılmışlar ve dalâlete düşmüşlerdir. Bunun sebebi ilim gurûrudur. Bütün bid’at fırkaları hep aynı yoldan sapıtmışlardır. Tek çâre “Verese-i Nebî” (Efendimizin vârisleri) olan mezheb imâmlarına ve Ehl-i Sünnet olan İslâm âlimlerine kayıtsız şartsız tâbî olmaktır.
 Tekrar buluşmak ümidiyle…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.