Rûh, hayâl, dünyâ ve ötesi ile bağlantılı olan gözsüz görme olayı (rü’yâ)… Yaşadığımız ve en hassas âletlerle gözlemlediğimiz dünyâmızda birçok bilinmeze hâlâ ulaşamamışken, rûh, kalp, akıl ve bunların bir kısmını sülûkten bildiğimiz âlem-i emri nasıl tanıyacağız? Çâresi “la edrî” deyip geçmek mi?
Beden nefsin arzularıyla beslenir, zevk alır. Peki ya ruh ve kalbin gıdâsı ve müsekkini nedir? Kalbe ve rûha ‘tesliyet’ veren formül yüce kitâbımızda açıklanmıştır.
İnsan psiko-somatik bir yapıya sahip. Yâni kısaca beden ve ruh.
İnsanlık târihi hep arayışlarla geçmiştir. Bu arayışlarda var olan bilinmezler (coğrafî keşifler, kozmik âlem), varlığı sâbit olduğu dînî bilgilere dayanan fakat obje olmayan (kalp, rûh), varlığı pratiğe ve deneylere dayanan yine obje olmayan (akıl), varlığıyla bizi dâimâ bir şeylere yönlendiren, insânî fa’âliyetlerin en önemlisi ama obje olmayan tefekkür (düşünme), maddî olan fakat bâzı filozoflarca yanlış olarak süje gibi düşünülen nefs, ömrümüzün büyük bir kısmını alan uykumuzun, rûh, hayâl, dünyâ ve ötesi ile bağlantılı olan gözsüz görme olayı (rü’yâ)… Hep bu bilinir gibi zannettiğimiz bilinmezler alanının denklemleri… Kaç bilinmezli derseniz deyin. Elimizin altındaki yaşadığımız, en hassas âletlerle gözlemlediğimiz dünyâmızda bu kadar bilinmeze hâlâ ulaşamamışken, rûh, kalp, akıl ve bunların bir kısmını sülûkten bildiğimiz âlem-i emri nasıl tanıyacağız? Çâresi “la edrî” deyip geçmek mi?
Küçük âlem dediğimiz (âlem-i sugrâ), yâni insan. İnsânı küçük âlem yapan maddî yapısıyla insan bedeni. Bunu Niyâzî-i Mısrî’nin şu mükemmel şiirinin bir parçasıyla anlamaya çalışalım:
“Hakk ilminde bu âlem bir nüsha imiş ancak /// Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak /// Ol noktanın içinde gizli nice nice bin deryâ /// Bu âlem ol deryâdan bir katre imiş ancak”
Bu âlemin en îtirâfa değer kısmı bilinmezlik olsa gerek. Binlerce senedir üzerinde yaşadığımız dünyânın maddî unsurları ile bu kadar iç içe yaşarken ve senelerdir de teknik detaylara sâhip olmamıza rağmen dünyadaki sırların bize bu kadar perdeli olmasının tek bir açıklaması olabilir: İlmin ilâhî boyutta olması ve ancak izin verildiği kadar ulaşabilmemiz… Acaba şu ilâhî îkâzı hiç düşündük mü: “Ben bilirim, siz bilmezsiniz” (aslında bu âyet, Al-i İmran 66. kısım olup Yahûdî ve Nasrânîlere söylenmiştir. Genelleme sonradır.) kelâm-ı ilâhîsi bize neyi ihtâr ediyor? İlim Rabb’imizin uhdesinde; bize kısmen verilmiş. Yapılan keşifler, ilmî boyuttaki insanları şaşırtan yeni buluşlar, tıpta, dijital sistemlerde, kozmik alanda hârika şeyler yapılıyor, uzay sırları ifşâ ediliyor. Aya inildi, kızıl gezegen Mars’a gitme hazırlıkları hızla ilerliyor. Bunlar mükemmel işler değil mi? Fakat kozmik âlem sırları için ancak birinci kat felekle uğraşılıyor. 18 bin âlem ne demek; insan bu âlemlere âit bilgilere ne zaman ulaşabilir? Hâlbuki Rabb’imizin “Düzenli hareket içinde olan güneşi ve ayı hizmetinize verdi; geceyi ve gündüzü de hizmetinize verdi” (İbrâhîm Sûresi 33) buyruğuna göre çalışmakla bu mükemmelliklere ulaşmak mümkün olabilecektir. Peki nereye kadar…
İşte bizi esas şaşırtıp acze sürükleyen birliktelik: Ruh ve beden; yâni madde ve ma’nâ… Kural açık: “Cem’-i zıddeyn muhalest” (Zıtların birleşmesi mümkün değildir.) Muhali mümkün yapan Rabb’imiz bedenle rûhu birleştirmiş. Geçici süreliğine rûhu bedene âşık etmiş. İki zıt, bir bedende birleşmiş; biri maddî, diğeri ma’nevî...
Ancak bunun bir istisnâsı da vardır: “Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, tersidir. İkisi bir araya getirilemez. İkisinin sevgisi bir kalpte toplanmaz. Arabî mısra’ tercümesi: Din ve dünyâ bir araya gelirse güzel olmaz.”
İşte hâdise burada: İki zıddı birleştiren Rabb’imiz dünyâ ile âhiret gibi zıddı ve onun tezâhürü olan dünyâ sevgisi ve âhiret sevgisini irâdemize bırakmış. Bu zıtları birleştiren, âhıretini helâk eder. Kalpte tek sevgi olmalı: Ya dünyâ ya âhiret. Fenâ hâsıl olmadan velâyet olmayacağına ve çoğumuz da nefs-i levvâmeye bile ulaşılmadığımıza göre, bizlerde dünyâ sevgisi hep öncelik kazandığı için Rabb’imizin lutf-u ihsânına bağlı âhıret ümîdi taşıyabiliyoruz. Ebrârdan olabilsek ne mutlu bize.
Gelelim asıl mes’eleye: Bunları neden yazdık? Bir şeyi ispat veyâ reddetmek için veyâ sorgulamak için değil, açıklanması gereken bâzı hususları dile getirmek gâyesi ile bu yazıya baş vurduk. Şüphesiz birazdan irdeleyeceğimiz konuların uzmanı değilim. Konu uzmanlarına da saygı duyuyorum, ama şüphelerimiz o kadar net ki…
İnsan psiko-somatik bir yapıya sahip. Yâni kısaca beden ve ruh. O hâlde bu beden ve ruhta da birtakım sıkıntılar olacaktır. Bedenî hastalıklar bedenle alakalı olduğu için maddîdir. Peki, psikolojik hastalıklar ruhla ilgiliyse maddî ilâçlar ona çâre olabilir mi? Rûhî hastalıklara yâni psikolojik hastalıklara genelleme ile depresyon deniliyor. Belki bu daha spesifik alt maddelere indirgenebilir. Biz genelden bahsettik. Bunun için de anti depresanlara başvuruluyor. Yâni depresyonu tedâvî eden veyâ öyle zannedilen ilâçlar. Depresan nedir: Beyin merkezli sinir sisteminde stimülasyonu düşürmek veyâ azaltmak için nörotransmitter seviyelerinin belirlediği süre.
Stimülasyon, herhangi bir uyarana karşı organizmaların verdiği tepki.
Nörotransmitter, sinir sistemindeki birçok işlevi kontrol ederek oradan gelen mesajları hedef hücrelere taşımakta görevli olan kimyasal haberciler.
Bu durumda ruh madde olmadığına göre psikoterapinin esâsı nedir? Bu konuda alınan ilaçlar (müsekkinler) ruha doğrudan tesir etmeyip ilişkisi beyinle olunca buna sinir sistemini rahatlatan ilaçlar deniyor. Zâten esâsı da bu.
Tıbbî terapinin ruhla ilgisinin ne olduğu tam bir tecessüs konusu.
İnsanlar peygamberler ile bir yaratıcının varlığından haberdâr edilmiştir. İnsanlığın tekâmülü ile nebî ve resullere de bu zamanla gelişen bilgiler verildi. Çünkü peygamberler her zaman diğer kullarda (ümmetlerinden) bilgi yönüyle hep ilâhî donanımlı oldular.
Akıl, tefekkür, tecessüs (merak, araştırma duygusu) bir sonuca varmak için mutlak gerekli olan silsile. Zaman ilerleyip pozitif bilimlerin gelişmesiyle aklı teyît eden en önemli unsur da devreye girince maddî boyutta çok şey çözümlendi. Ama unutmamak lâzım: Bilimin geniş boyutunda acabâ bize sır olan daha ne kadar mes’ele vardır? Tecrübe de varlığıyla ve akla katalizatör olan en önemli bilim dalları, matematik, fizik, kimyânın devreye girmesiyle maddî problemler daha net çözülür hâle geldi. Matematik muhâkemeyi, fizik ve kimyâ gibi ilimler de dış tabîati, hareketi, çözülmeyi, dağılmayı, fermentasyonu, yapılanmayı tamamlayan bilim dalları olunca bunlar her alanda akla rehberlik ettiler. Çünkü akıl olmadan yapılanma ve çözüm olamaz. Madde boyutunda pusulayı ve kılavuzu akla teslim etmeye mecbûruz. Akıl bu kadar önemliyse o zaman elindeki yardımcı bilim dallarıyla her problemi çözebilecek kadar güçlü görünüyor. Ama öyle değil işte! Meşhur Filozof Kant, kendi felsefesi içerisinde ampirizm ve rasyonalizmi birleştirmeye çalışmış bilginin evrensel, zorunlu ve genel-geçer olabilmesi için hem akla hem de deneye dayanması gerektiğini belirtmiştir. Bu arada amprizm hiçbir şeye ihtiyaç duyulmadan sadece tecrübeyle bir sonucun elde edilebileceği bilinerek yapılan anlamına gelmektedir.
Tabîî ki Kant bu konuda doğru düşünmüş. Zîrâ aklı devreye sokmadan deneyin sonuca varması ve miktar ölçümü yapabilmemiz mümkün değildir. Kant akla çok değer verirken aklın tenkîdini yapmayı da unutmamış. “Saf Aklın Tenkîdi” onu bu konuda tanımamıza sebep olmuştur. Rasyonalistler aklı hemen hemen tek fenomen olarak görmüş ve yanılmışlardır.
Aklı dünyâ için bize bir âtifet olarak bağışlayan Rabb’imiz, onu sâde dehrî (dünyâ) için kullanmak yerine hikmet ve yaradılışla ilgili düşünmeyi de emretmiştir. Kur’ân-ı kerîmde sık sık geçen “Akıl etmez misiniz?” ifâdesi çok şeyi açıklamaktadır.
İnsanoğlu aklı ve ilmi sâyesinde maddenin ve dolayısıyla bedenin birçok sırını çözdü. “Omnis cellula a cellula” yâni “hücreler hücrelerden meydana gelir.” Bu maddî bünyenin sırrıdır. Rudolf Virchov 1855’te hücrelerin dâimâ hücre bölünmesiyle çoğaldıkları fikrini ortaya atmıştır.
Her insan bedenini az çok tanır. Üç aşağı beş yukarı hastalıklarını da bilebilir. Mîdem ağrıyor derse mîdesi, başım ağrıyor derse başı, kalbim ağrıyor derse kalbinde bir ârıza vardır. Fakat bu hastalıkların aslî mi fer’î mi (gerçek veyâ yan te’sirli) olduğunu bilemez. Onu da tabiplere bırakır. Sonra da maddî olan bu hastalıklar tedâviye tâbi’ tutulur. Tedâvî öncesi bir kan testi, MR, ultrason, tomografi vs. ile tedâvînin en önemli kısımları devreye girer. Artık nabz-âşinâ tabîbler yoktur. Yâni nabzı dinleyerek teşhis koyan o eski hekimler… Laboratuvar tahlilleri ve diğer ölçümler hep maddîdir. Hgb, plt, alt, ast, na, hct hepsi, hepsi ölçülebilir maddî dokümanlardır. Hiç birisi tahmin değildir. Çünkü ölçüsü vardır.
Beden şimdilik çâresi tam olarak bulunamamış bir hastalığa mâruz kalırsa (kanser gibi) maddenin bir kısmından ferâgat edilir. O kısım alınır veyâ dahası ampütasyon da yapılabilir. Kol bacak vb. organların kesilip alınması gibi…
Kısaca psikoterapinin açıklamasını nasıl yapacağız? Ensefalopati terapisi, brain special cell veyâ nervus-nerve tedâvleri ile mi rûhu tedâvî edeceğiz?
Veyâ sıkıntı, stres, gerginlik anksiyete gibi duygularla ilgili ârızaları tranklizan ve anksiyolitik ilâçlarla tedâvî edip psikolojik (rûhî) tedâvî yaptığımızı mı söyleyeceğiz?
Evde, iş yerinde veyâ başka yerlerde sık rastladığımız bir şikâyetle karşı karşıyayız: Rûhum daralıyor, kalbim mengenede gibi, içim sıkışıyor. Hemen bir kardiyoloğa başvuruyoruz, birkaç tahlile yönlendiriyor. Demir, B12, Hormonlar... Haydi bakalım yine maddî dokümanlar isteniyor. Hepsi normal. Ne yapacağız şimdi? Maddî hiçbir sıkıntı yok.
Sonrası mâlum bir psikoloğa veyâ bir psikiyatra sevk. O da yine önce bizi birtakım tahlillere yönlendiriyor. “Hepsi tamam” deyince, eğer psikologsa bir takım soru fasılları başlıyor. Meşhur çocukluğa inmeler, psikozlar, nevrozlar, takıntılar, vehimler... Sonra seans bitti haftaya daha sonraki haftalara yayılan spesifik sohbetler.
Yok bundan fayda bulamadım dersek adres bir psikiyatr. Psikolog ilaç yazamıyor ya bana ilaç lâzım. O da en küçük dozlarla işe başlıyor. Açıkçası antidepresanlar devreye giriyor.
Meselâ panikataklarda hangi ilaç kullanılır? Efexor (150-450 mg) eski küçük depresanlar Tofranil, anafranil, (57- 300mg arası). Daha ağır vak’alarda trsiklik antidepresanlar MAO inhibitörleri ki bunların bâzıları vücutta ve beyinde ağır hasarlar da meydana getirebiliyor. Bu ilaçlar az ölçekten çoğalmaya başlayınca karaciğer, beyin, pankreas gibi organlara zarar vermeye başlıyor.
Şüphesiz psikoloji ve psikiyatrı önemli bilim dallarından. Bir gün herkes bu kapılara başvurabilir. Bunlarla bir mes’elemiz yok.
Bedenî hastalıklara maddî olduğu için hep maddî ilaçlarla çâre aradık. Peki, rûhî dediğimiz sıkıntıları maddî ilaçlarla nasıl tedâvî edebiliriz.
Anatomi tıp biliminin temelidir. Bir tabip öncelikle organları tanımalı, sonra da onlara ârız olan hastalıkları ve bunlarla ilgili ilaçları. Tıpta maddede meçhul yok. Bütün organlar elle konmuş gibi biliniyor. Hücrelere kadar inilmiş. Göz, kulak, bağırsak, mide için ölçümler kolonoskopiler, endoskopiler yüzde 100’e yakın yanılgısız bizi yönlendiriyor. Görünen her şeyin hemen hemen çâresi de bulunmuş.
Hattâ daha da garip bir şey var: Bundan 10 bin 500 yıl evvel bir beyin ameliyatı yapılmış. Aşıklı Höyük’te bir kadına yapılmış bu ameliyat. Kadın ameliyattan sonra 10 gün yaşamış. Bu kafatası müzede hâlâ sergilenmekte…
Yine dünyâda ilk trepanasyon (beyine ve bunu örten bayin zarına < duramater> zarar vermeden kafatasında bir bölgeden bir kemik parçasını delmekle, kazımakla veyâ kesmek suretiyle çıkarılıp işlem yapmaktır) Fransa’da 5000 sene evvel yapılmıştır. (Ensisheim bölgesi)
Çok ilgi çekici değil mi? Ama neden olmasın, mâdemki insanlar kafatasını ve beyni biliyor ve görmüşlerse neden imkânsız olsun. Artık robotu da devreye soktuk, robot maddî, beden maddî her şey mümkün.
Gelelim elle tutulmayan, gözle görülmeyen varlığını tam kavrayamadığımız rûhu nasıl tedâvî edeceğiz? Ruh da kalp de bir sırr-ı ilâhî. İkisi de âlem-i emrden. Rûh hakkında Peygamber Efendimiz’e bile fazla bilgi verilmemişken biz bu sırlara vâkıf olabilir miyiz?
O nasıl bir sırdır ki Rabb’imiz “Hani Rabb’in demişti, ben siyah balçıktan bir insan yaratacağım vakti hatırla. Onu tesviye ettiğim zaman onu ruh üfürmeye hazır hâle getirdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman te’sîri iç organlarına kadar sirâyet edip de canlandığı zaman” (‘Nefh’in aslı başka bir cismin içine hava üfürmektir. Ruh da önce kalbden çıkan hafif buharla alâkası olduğu, ona canlanma kudreti verip de onu bedenin derinliklerine götüren kılcal damarların içlerine taşıdığı için bedenle bu taallukâtına üfürme denilmiştir.) (Kadı Beyzâvî Tefsîri)
Görülüyor ki ruh ilâhî bir sırdır. Bu konuda fazla bir bilgimiz yok. Zâten öyle de buyurulmuş: “Sana ruh hakkında soru sorarlar, de ki ruh Rabb’imin emrindedir ve size pek az bilgi verilmiştir” (İsrâ Sûresi-85)
Enini, boyunu, ağırlığını, yaşını beden gibi ölçemediğimiz rûha ve lâtîfe olan kalbe maddî ilaçları nasıl uygulayabiliriz?
Beden nefsin arzularıyla beslenir, zevk alır. Peki ya ruh ve kalbin gıdâsı ve müsekkini nedir? Kalbe ve rûha tesliyet veren formül yüce kitâbımızda açıklanmıştır: “Biliniz ki kalbler ancak Allâhü te’alâyı zikrederek huzûra ve tatmîne kavuşur.” (Ra’d Sûresi 27-28)
Âlem-i halkın ilaçları âlem-i emre te’sîr etmez. Onun ilâçları, zikir, tehlîl (lâilâhe illallâh), tesbîh (sübhânallâh), tahmîd (elhamdülillâh) namaz ve Kur’ân’ı okumak veyâ dinlemektir.
İşte kalbin ve rûhun devâsı bunlardır vesselâm.
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra'nın önceki yazıları...