Kaydet
a- | +A

İnsanoğlu bilmediği şeye ihtiyaç duymaz. Bu yüzden keşifler insan varlığından sonra ortaya çıkmıştır. En büyük hayatî ihtiyaç maddesi olan hava ve suyla insanlar doğarken tanışırlar; hem de bunların ihtiyaç olduğunu bilmeden… İlk insan Hazreti Âdem’e çağına göre hayatî ve kozmik ilimler verildi ise (ki buna inanıyoruz) o hâlde gelişen ilim alanları nelerdir; onlara bakalım…

Toplumları ilme ve medeniyete sürükleyen esas âmil nedir? İlim ve medeniyet bir ihtiyaç mıdır? İnsanoğlu ne zaman ilme ve medeniyete yöneldi? İlim nasıl ve hangi şartlarda gelişti? İlk insanlar bu iki kavrama çok yabancı mıydılar? İlk insanlara göklere hiç tecessüs ile bakmadılar mı? Biz bu dünyânın neresindeyiz demediler mi? Yâni ilk insanlarda merak etme duygusu yok muydu?

İç içe gelen bu sorulara bir sonraki nesil insanoğlu hem cevap aramış hem de kendilerine göre cevaplar vermiş. İnsanoğlu önce ilmin (bilgi) niceliğini araştırmış; bilgi nedir sorusuna kendilerine ve zamâna göre cevaplar bulmaya çalışmıştır.

İlim, dînin içindedir veyâ dışındadır yâhut her ikisidir diyen gruplar çıkmış. Dehrîler (materyalistler) yalnız akıl ve deney demişler, her dînin mensupları hakîkatleri din çerçevesinde ararken düalistler (hem dînî hem de materyalist bakanlar) ya da gelişime bigâne kalıp oluruna bırakanlar olarak sınıflayabiliriz.

İlimleri araştırmak için zorlayıcı bir kânun, tedbir olmamıştır. İlim düşünmekle ilgili bir konu, bir tecessüs mes’elesi olduğu için tâlipleri de az olmuştur. İlim neyi ve nasıl araştıracaktır; düşüncenin merkezi ne olmalıdır?

Bu konu çok eskiden beri merkezîleşmiştir. İlmin konusu insan ve kâinattır. Kâinattan kastedilen de kozmik âlemdir. İnsan asıl merkezde ise onu canlı tutan ruh nedir. Bu da asıl araştırma konusunun başlık maddelerinden biri olmuştur.

İHTİYAÇ NEDİR, NEYE GÖREDİR?

İnsan bilmediği şeye ihtiyaç duymaz. Bu yüzden keşifler insan varlığından çok sonra ortaya çıkmıştır. En büyük hayatî ihtiyaç maddesi olan hava ve suyla insanlar doğarken tanışırlar; hem de bunların ihtiyaç olduğunu bilmeden…

Konularımıza hep düalist olarak bakıyoruz. İlme, hem materyalizme (madde ve çevreye) hem duygu, ahlak ve dîne dayalı olarak yaklaşıyoruz. Bunların dışına çıkmak zâten mümkün değil.

İlk insan Hazreti Âdem’e çağına göre hayatî ve kozmik ilimler verildi ise (ki Müslümanlar olarak buna inanıyoruz) o hâlde gelişen ilim alanları nelerdir; onlara bakalım: Evvelâ medenî ihtiyaçlar nelerdir? Hayâtımızda estetizm, san’at, lezzet duygusu, araştırma, toplu yaşama (sosyalleşme) arzûları hangi periyotlarda gelişti. Hayatı kolaylaştıran teknolojiyi insanlar baştan tanımadıklarına göre bunlar neye göre ihtiyaç olarak belirlendi?

Bugün dahi eti çiğ yiyen, sâde ot ve yabânî gıdâlarla beslenen ilkel kabîleler varken, insan “gastronomi” denen nefsî israfları nasıl ve hangi şartlarda geliştirdi? İhtiyaç diyoruz ya, bugün eksi 70 derecelerde yaşayan kutup insanları avladıkları fokların yağlarını çiğ yutup ısınmak için kullanıyorlar. Yine bu insanlar besledikleri Ren geyiklerinin karaciğer ve dalaklarını kanlarını ziyân etmemek için çiğ olarak tüketiyorlar. Muhakkak ki bunu ilk insanlar da böyle yapıyorlardı. O hâlde ihtiyaç çağlara ve değişik insan topluluklarına göre değişiyor. O insanların medenî çevrelerde yetiştirilen yeni nesilleri mutlakâ değişik damak zevklerine alışacaklar ve çevrelerine göre de giyineceklerdir.

İş gene çevre ve ilme (bilgi) dayanıyor.

İlim gelişmeden çevrenin ve toplumun gelişmesi de mümkün değildir. İnsan ve ilmî münâsebetinin mâcerâsı nasıl başladı? Bütün ilâhî dinlerde inanıldığı gibi ilk insan Hazreti Âdem yaratılınca, yaşaması, çevresini eğitmesi ve beslenme gibi hayatî ihtiyaçlarla insanları yönetmesi için gerekli ilimler ona ilâhî olarak öğretildi. Ateş bulunmadan evvel insanlar günü ikiye ayırdılar: Güneşle başlayan faaliyet vakti gündüz; güneşin batmasıyla dinlenme ve gizlenme vakti gece…

Mesken edinmek ve sığınmak hem de vahşî hayvanlardan korunmak için insanlar mağaralarda ve yontarak sığındıkları taş evlerde oturdular. Mesalâ Kur’ân-ı kerîmde de geçen Eshâb-ı Hicr, Sâlih Peygamber’in uyarıcı olarak gönderildiği Semûd kavmidir. Dağları oydukları evlerde yaşadıkları için onlara “sağlam ve korunmuş evlerde yaşayanlar” anlamında “Eshâbü’l-Hicr” denmiştir. Bunlar Medîne ve Şam arasındaki Vâdi’l-Kurâ’nın Hicr bölgesinde yaşıyorlardı. Sâlih Peygamber’in Mîlâddan 2800 yıl önce yaşadığı zannedilmektedir.

Yâni mağaralar ve taş evlerde yaşama eskiden beri vardı.

Esas ihtiyaç nedir?
Başlık ResmiEsas ihtiyaç nedir?

İNSAN DEMEK TECESSÜS (MERAK) DEMEKTİR

İnsanlar korunmak için toplu yaşama ihtiyâcı hissedince sosyalleşme de başlamış oldu. Hayatî ihtiyaçlar giderilmeden ilmî tecessüs doğmaz. Bu yüzden düşünce merkezleri hep düzenli ve yerleşik merkezlerde doğmuştur.

Eski Yunan, kadîm Hind ve Mısır ile Çin bunlara örnektir.

Bilgi teorileri, kozmik teoriler bir ilmî ihtiyaçtan; matematik, beynin absürd kombinasyon ve paradoksal saplantılarından meydana gelmiştir. Yoksa hangi beyin sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjantı neden ihtiyaç olarak hissetsin? Redoksu, elementleri ve bunların sembollerini, kinetik ve potansiyel enerjiyi hangi insan neden varlığına destek olacak bir argüman olarak değerlendirsin?

Ama Yüce Yaratıcı insanı öyle yaratmış ki, ona en değerli varlık olan aklı, kurcalayıcı, dürtücü, rahatsız edici, varlığının temelini hissettirici olarak bahşedince insan bu garip şeyleri didiklemeye başlamış. Kısacası artı ve eksi sonsuzları, uzayı, yoktan var olmayı, hiçbir maddenin kıyamete kadar kaybolmayacağı muazzam denklemi, insanın özü olan bir su damlası (meni) yâni sitrat, enzimler, amino asit, flâvin, fruktoz ve vitaminlerden oluşan bu hayat tohumunu da hayretle incelediler.

Kimyevî bir mahlûl olan insan nutfesi, insan olup hayâtını tamamlayınca yine aslî maddesi toprak olmak için kabre girince yoktan var olan bilmece (insan) yine yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplarla toprak te’sîrinden parçalanıp, karbondioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota ayrılması demektir. Bu bir fizik ve kimyâ reaksiyonudur. Şimdi insanoğlu bu fiziko-şimik olaylara nasıl yabancı kalabilir?

Bu saydıklarımız hep insanları düşünmeye ve bulmaya sevk eden bilimsel gerçeklerdir.

İLİM DÎNÎ MİDİR YOKSA AKLÎ MİDİR?

Gerek beşerî dinlerde gerekse vahyî dinlerde başlangıç dönemlerinde insanların bu dinlere tam bağlılık gösterdiklerini görüyoruz. Zamanla insanların din kuralları dışında arayışlara yöneldiklerine şâhit oluyoruz. Aklın önderliğinde dinden bağımsız bir bilgi arayışı veyâ kural koyma yoluna yönelmeler başlıyor. İlmin, ahlâk kavramının, kozmik bilimlerin, matematiğin, varlığın en çok öne çıktığı bilim alanı “Dogmatik Felsefe” bu dönemin adıdır.

Bu dönemin insan beynini kurcalayan soruları şöyleydi: “Evet insan bilgisi mutlaktır: Duyularımızın ve aklımızın bildirdikleri dışında bir gerçek yoktur.” Buna karşılık diğer grup: “Hayır insan mutlak olarak hiçbir şeyi bilemez; en kesin zannettiğimiz bilgilerimizde dahi şüphe edilecek bir taraf vardır.”

Bunlardan bilgilerimizin mutlak olduğunu ve insanın mutlak bir hakîkate ulaşabileceğini kabûl eden filozoflara “Dogmatikler” dendi. Bunun aksini savunan şüpheci gruba da “şüpheci” (Sceptiquenler) dendi. Bu devir düşünürlerinin başında da MÖ IV. yy’da yaşamış olan Aristo gelir.

Bu ekolün filozoflarına göre âlemin bir varoluş prensibi vardı. Onlara göre bu ilk prensip yaratılmamıştı ve dolayısıyla da yok edilemezdi. Onlar bu ilk prensibi kesin olarak bildiklerini iddia ediyorlardı. Bunlardan Thales “Bu âlemin ana maddesi değişmez prensibi ‘su’dur” diyordu. Aneximandros’a göre ilk madde değişmez cevherdir. Bunun da adı “Apeiron”dur. Apeiron yaratılmamış olduğundan yok edilemezdi! Anti tez: Yaratılmamış olan şey nasıl cevher olur. Dînî tez: Yaratılan her şey fânidir. “Küllü men aleyhâ fân” sırrına göre her yaratılan yok olacaktır.

Anaximenes, bu âlemin ilk ana maddesinin “hava” olduğunu savunur. Bu filozof MÖ V. yy’da yaşamıştır.

Genelde bütün teoriler insan ve kâinâtın anâsır-ı erba’adan (dört unsur) meydana geldiğini söyleyegelmişlerdir. Bunlar ateş, hava, su ve topraktır ki bu aynı zamanda “Âlem-i halk”ın ve nefsin de ana maddesidir.

Burada İslâm inancına ters düşen birçok madde var. Onlara göre ilk prensip yaratılmamıştı; o yüzden yok da edilemezdi. Ama bu prensibi de kesin olarak bildiklerini iddia ediyorlardı. Anti tez: Yaratılmamış olan ve kesin olarak bildikleri şey nedir? Bir şey yaratılmamışsa veyâ yoksa ona âit bilgi de yoktur.

Âlem bir prensiple değil irâde-i ilâhiyye ile, yâni “kün” emriyle yaratılmıştır.

Tales bu âlemin ana maddesini “su” olduğunu söylüyor. Ana madde ilk yaratılan madde olarak alındığında bizi yanlış düşünceye sevk eder. Kur’ân-ı kerîm’de de “Enbiyâ Sûresi 40. âyet’te “Biz her şeyi sudan yarattık” diye beyân buyurulur. Ama bu âlemin ilk maddesinin su olduğu anlamına gelmez.

Anti tez: Arzda ilk yaratılanın su olduğu, varlıkların ana maddesinin de su olduğu, dünyânın dörtte üçünün sularla, dörtte birinin de karalarla kaplı olduğu biliniyorsa, su bir maddedir. Ama cevher yâni apeiron da değildir. Dolayısıyla yok edilmeyecek bir cevher aslen madde de değildir.

Aneximenes’in dediği değişmez cevherden açıklayamadığı cevher ise “rûh”tur. Ruh bir cevherdir.

Resûlullâh Efendimize göre Allâhü teâlâ ilk olarak “kalem”i yarattı. İlk yaratılan şeyin “Arş” olduğunu söylemek de mümkündür.

Ağır rivâyete göre ise Allah’ın ilk yarattığı bütün varlıkların hakîkati aslı esâsı olarak beyân buyurulan Peygamber Efendimiz’in rûhudur. Bundan şu çıkarılır: İlk yaratılan rûh Efendimize âit olan cevherdir. Su, hava gibi aslî madde yâni onlara göre belki de cevher olan bu sayılanlar maddedir. Katı, sıvı, gaz hâlleri vardır. Parçalanabilirler. Ruh yâni cevher, halden hâle değişmez ve parçalanmaz.

Eski felsefecilerin matematik alanındaki sözleri berrak delillere dayandığı hâlde ilâhiyatla ilgili sözleri ve görüşleri gerçeğe dayanmaktadır. Matematik her ne kadar doğrudan doğruya din ile ilgili değilse de felsefecilerin temel ilimlerinden biri olduğu için insanlar felsefe bağlamında filozofları hep ibrâ etmeye kalkarak yanılırlar.

İslâmiyet’i desteklemek için felsefecilerin ortaya koyduğu mantıkî ve müspet ilimleri inkâr etmek, dîne karşı büyük birer bühtandır. Felsefecilerin geliştirdiği beden ilimleri (fen ilimleri) din ilimleri dışında mütâlaa edilmelidir. Onlar ayrı bir bilim dalıdır. Ama yine unutmamalı ki ilmin kaynağı Allahü teâlâdır. Onu peygamberlerine ve âlim kullarına dünyâ nizâmını kolaylaştırmak için bahşetmiştir. İlim o kadar yüksek bir zirvedir ki, Allah kendisini tanıyan ve kendisinden hakkıyla çekinen kullarının yalnız âlimler olduğunu belirtir. (Fâtır Sûresi 28. âyet).Pisagor (MÖ 470 Samos) ve ekolü bilgi edinme alanında tabîat ve ötesini akıl yoluyla çözme iddiâsında değildir.

Bunun aksine tabîat ötesini akıl metodları uyarınca çözmeye kalkışanlar da vardı. Bu yüzden fonksiyonlar birbirine karıştı. Sonunda Aristo’nun fikirleri ortaya çıktı. O, bu kargaşalığı son noktasına götürdü. Kıyası kıyasla çözmeye kalktı”. (İslâm’da da kıyas vardır ama o, Kur’ân ve Sünnet ışığındaki bir senettir.) Kıyâs-ı fukahâ-İmâm Gazâlî, El Munkızu Mine’d-dalâl ve Tasavvufî İncelemeler.

Aristo’yu ilim dünyâsına tanıtanlar daha çok İslâm âlimleri olmuştur. Bunun sıkıntılarını gidermek için geliştirilen kelâm ilminin belirleyici özelliği Hazreti Âdem’den beri konulmuş olan İslâmî kuralları savunmaktır. Felsefe ise her zaman yeni inançlar ve iddiâlar ortaya atabilir. MÖ 4. yy’dan zamanımıza kadar gelişen felsefî ekoller zaman zaman birbirlerini nakzederken Hazreti Muhammed’e (aleyhisselâm) kadar tebliğ ve tenzîl edilen kitap ve suhuflar ile aslî unsur ulan vahiy sisteminde hiç değişme olmamıştır.

İslâm’ın aydınlanma çağı olarak bilinen ve Mâverâünnehir-Buhâra hattı ilim ve tasavvuf merkezinin üzerine düşen menfî gölgesi Aristo-Plâton ekolü ve onun vahyi inkâr eden beşerî aklın prensiplerini engellemekti. Nizâmiyye Medreseleri, İmam Muhammed Gazâli (rahmetullâhi aleyh) ve onun “Tuhfetü’l-felâsife” adlı eseri, İbni Rüşd’ün Endülüs’te “Tehâfüt el Tehâfüt el Felâsife” adlı eserini sırf onu nakzetmek için ondan 100 yıl sonra yazsa bile, i’tikâdı sağlam Müslümanları etkilememiştir. Bütün mes’ele sağlam bir i’tikâd sâhibi olabilmektir ki bu da ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumakla elde edilebilir.

Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde Aristo’dan “Ristetâlis” ve Hipokrat’tan da “Bukrat” diye bahsedilir.

O hâlde bütün ilimleri bilmeli (felsefe de dâhil) fakat bunların yanlışlarını anlatan güvenli kaynakları da iyi tetkîk etmelidir. Altyapısı sağlam olmayanların, dînimizi ve kültürümüzü ifsâd eden kitapları okumak yerine, doğru kitapları çok okuyarak bu dalâlet sarmalından çıkmaları mümkündür.

Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın önceki yazıları…

ÖNE ÇIKANLAR