Bir dilde deyim ve terimleri bilmeden o dili tam anlamak mümkün değildir. Kâdî Beydâvî’nin kıymetli tefsîri de deyimlerin bolca kullanıldığı bir eserdir. Biz bu tefsîrin 4. cildindeki deyimlerin ve terimlerin kullanılışlarını âyet-i kerîmelerle birlikte alıyoruz…
İslâmî ilimlerin en önemli kolu şüphesiz ki tefsirdir. Tefsir, örtülü kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde Kur’ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allâhü te’âlânın murâdını) bildiren ilimdir. Bu işi yapabilen kimseye de müfessir denir.
Unutulmamalıdır ki tefsîr ilmi beşer haddi üstündedir. Bâzı insanların Resûl-i kibriyânın açıklamalarına riâyet etmeyip mânâsı açık olmayan yerlerde kendi akıllarına göre tefsîr etmeleri neticesinde 72 dalâlet (sapıklık) fırkası ortaya çıkmıştır. Efendimiz “Kur’ân-ı kerîmi kendi görüşüne göre açıklayan hatâ etmiştir” buyurmuştur. (Abdülhakîm-i Arvâsî Türkiye Gazetesi Dînî Terimler Sözlüğü, c.2)
Kur’ân-ı kerim vahiyleri inerken Resûlullâh Efendimiz kaleme alınmasını bizzat istemişlerdir. Bunun üzerine “vahiy kâtipliği” ihdâs edilmiştir. Vahiy kâtiplerinin sayısı net olmamakla birlikte en bilinenleri şu zatlardır: Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Zübeyir, Hazret-i Âmir b. Füheyre, Hazret-i Amr b. Âs, Hazret-i Abdullâh b. Erkaam, Hazret-i Sâbit b. Kays, Hazret-i Hanzala b. Rebî’, Hazret-i Mugîyre b. Şu’be, Hazret-i Abdullâh b. Revâha, Hazret-i Hâlid b. Velîd, Hazret-i Hâlid b. Saîyd, Hazret-i Alâ b. Hadrâmî, Hazret-i Huzeyfe b. Yemân, Hazreti Mu’âviye b. Ebû Süfyân, Hazret-i Zeyd b. Sâbit (radıyallâhü anhüm ecmaîn).
Yazım işleminin bitmesi sâdece âyetlerin kaleme alınma işlemidir; tedvîn (sıralı kitap hâline getirme) işlemi değildir.
YÜCE KİTÂBIMIZIN TEFSÎRİ
Şüphesiz biz burada bizi çok aşan tefsir konusuna girecek değiliz. Bizim gündeme getirdiğimiz konu dille yâni tefsirlerdeki deyimlerle ilgilidir ki onu da Kâdî Beydâvî tefsîri notlarına dayalı olarak açıklayacağız.
Vahiyler gelip de “Ey Peygamber, sana indirileni teblîğ et. Eğer böyle yapmazsan elçilik vazifeni yerine getirmemiş olursun” âyet-i kerîmesi (Mâide Sûresi 67) nâzil olunca Efendimiz’e bunun hem teblîği hem de tefsîri durumu hâsıl oldu.
Efendimiz’in tefsîrinden sonra bunları o dönemde kaleme alan bir sahâbe olmadı. Sonradan Sahâbe-i kirâmdan Abdullâh bin Abbâs (radıyallâhü anh) Hicâz’da (vefâtı 68-687); Abdullâh bin Mes’ûd (radıyallâhü anh) (v. 32-612) Irâk’da rivâyetlere dayalı olarak, eski Arap şiirlerini de yerine göre kullanarak tefsir yapmıştır. Abdullâh ibn Mes’ûd hazretleri Irâk’ın sosyal ve kültürel değerlerini göz önüne alarak kimi zaman “rey”e de başvurmuştur. Bu iki büyük Sahâbe’nin yaklaşım tarzından “rivâyet ve dirâyet” metotları doğmuştur.
SAHÂBE-İ KİRÂM HAZERÂTI TEFSİRDE NELER YAPTI?
Bu mübârek zatlar âyetleri âyetlerle, âyeti sünnetle ve âyetlerin nüzûlü sebebiyle tefsîr etmişlerdir. Onlar arasındaki görüş farklılıkları bu konuda zenginliğe yol açmıştır.
Şu da önemli bir konudur ki Sahâbe-i kirâm hazerâtı döneminde tedvin (kaleme alma) olmamıştır. Kaleme alınma işi Tâbi’în hazerâtı dönemindedir.
Arap şiiri de tefsirde kullanılmış, eski şiirlerden de bâzı örnekler verilmiştir. Bu tefsirler döneminde kıssalar için Ehl-i Kitâb’a da başvurulmuştur.
TEDVÎNİN İLK MÜFESSİRLERİ VE TÂBİ’IN DÖNEMİ
Mukâtil b. Süleymân, (v. 767) Süfyân-ı Sevrî, (v. 778), Yahyâ b. Sellâm, (v. 815), Ferrâ, (v. 882), Ebû ‘Ubeyde, (v. 824) Abdürrezzâk b. Hemmâm (v. 826) radıyallâhü anhüm ecmaındir.
TEFSÎRDE ISTILÂHLAR NASIL KULLANILMIŞTIR?
Bir dilde deyim ve terimleri bilmeden o dili tam anlamak mümkün değildir. Gramerle dilin sâdece sarf ve nahvi (çekim ve ses bilgileri) bilinebilir. Hattâ sentaks yâni cümle ve lügat bilimi de o dili tam bilmeye kâfî değildir. Bir dilin eski şiir ve nesirlerini de bilmeden bir dilin mütehassısı olamazsınız.
“İçim içime sığmıyor”, “gözüm arkada kaldı”, “küplere binmek” ve bunun gibi birçok deyimleri bilmeden, dîvân şiirini ve eski metinleri anlamadan Türk Diline vâkıf olamazsınız.
Şaşılacak şeydir ki en büyük müfessirlerden Fahrüddîn el-Râzî, Rey-İran 1210 doğumludur. Yine büyük tefsîr âlimi Kâdî Beydâvî, 1319 Tebrîz–İran doğumludur.
Yine müfessir Zemahşerî (aslen İranlı) 1075 Harezm Ürgenç doğumludur. Onun “Keşşâf”ı belâgatte üstün bir eser olarak kabûl edilir. Garip değil mi bu müfessirler İranlıdır. Şu hâdise bunların Arap diline ne derece vâkıf olduklarını anlatır. Zemahşerî bir gün Mekke’deki Ebû Kubeys Dağı eteklerinde bir tepeye çıkıp “Ey Araplar, gelin dilinizi benden öğrenin” dediği meşhurdur.
Kâdî Beydâvî’nin rahmetullâhi aleyh “Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl” adlı tefsîri bu deyimlerin bolca kullanıldığı bir eserdir. Biz bu tefsîrin 4. cildindeki deyimlerin ve terimlerin kullanılışlarını âyet-i kerîmelerle birlikte aldık. İşte onlardan bazıları:
“Fî tilke büyûtühüm hâviyeten bimâ zalemû” (İşte çökmüş evleri…) “hâviyeten” havel batnu deyiminden gelir ki karın boş kalmaktır. Çünkü meyve yetiştiği zaman yok olmaya yüz tutar. Ya da evleri yıkılmış demektir. Bu da “heven necmü” deyiminden gelir ki yıldız kaymaktır. Neml 52, 112, c.
“Edreke” (iddâreke’) sona ermek yok olmak mânâsındadır; bu da “edreketissemeretü” deyiminden gelir. Çünkü meyve yetiştiği zaman yok olmaya yüz tutar. “Beliddârake ilmühüm fi’l-âhıra” (Hayır, ilimleri âhırette sona erdi.) Neml 66, s.118, c.4
“‘Aşiyy” (‘aşiyetül “ayn) deyiminden gelir ki göz iyi görmemektir. Rûm 17-18, s.219, c. 4
“Münîbîne ileyhi” (ona dönerek) bu da “enâbe” fiilinden gelir ki arka arkaya dönmektir. Bu da “nâb” kesici diş kökünden gelir. Rûm 31, s.219, c.4
“Velâ tusâ’ir haddeke” Yanağını çevirme (Yüzünü insanlardan çevirme! Nitekim mütekebbirler öyle yapar.)
“Vel bahrü yemüddühü” (yedi deniz ona yardım etse) deniz mürekkep olsa, yedi deniz ona katılsa…. “yemüddü” mânâyı verdiği için ayrıca “medâd” (mürekkep) lafzı zikredilmemiştir. <Çünkü bu madde “meddet devâte ve emeddehâ” deyiminden gelir ki bu da hokkaya mürekkep koymaktır.> Lokman 27, s.245, c.4
“Ve izâ kaalû e izâ dalelnâ” (Dediler yerde kaybolduğumuz zaman mı?)
“‘Avret” lafzı aslında “çatlak, yarık” demektir. “‘Aviret”ten ten tahfîf edilmiş olması mümkündür. Bu da <“‘aviretüddârü” deyiminden gelir ki “ev açık olmaktır”>
“Mâ kâne ‘alennebiyyi min haracin fe mâ faradallâhu leh” (Allâh’ın ona farz kıldığı şeylerde bir zorluk yoktur) Ona kısmet ve takdîr ettiği şeyde… bu da <“furida lehû fiddîvâni” yâni “Deftere yazıldı, maaşa bağlandı”> deyiminden gelir. Askerler için söylenen “farz” tâbiri bundan olup “askere erzak, tayin bağlanmasıdır. Ahzâb 38, s.286, c.4
“Hüvellezî yusallî ‘aleyküm” (O ki size salât eder.) Salât burada işinizin düzelmesine ve şerefinizin artmasına îtinâ etmektedir. Bu da du’â “salât”tan gelir. Namazdan acımak ve şefkat kastedilmiştir de denilmiştir. Şeklen “bükülme “anlamını içeren “salât” kökünden gelir ki o da rükû’ ve secdedir. Ahzâb 43, s. 288, c.4
“Ellezîne âmenû izâ nekahtümül mü’minâti sümme tallaktumûhünne min kabli en temessühünne femâ leküm ‘aleyhinne min ‘iddetin ta’tedûnehâ” (Ey o îmân edenler, mü’min kadınları nikâhlayıp sonra da onları kendilerine dokunmadan bıraktığınız zaman sizin için onların üzerinde sayacağınız bir iddet yoktur.) Burada <“ ‘iddet”, “aded” kelimesinden sayacağınız bir gün yoktur anlamındadır. Bu da “‘adetüt derâhime fektalehû” (dirhemleri saydım o da saydı) deyiminden gelir.> Ahzâb 49, s 290, c 4.
“Vel mürcifîne fil medîneti” (ve Medîne’de kötü haber yayanlar) “ircâf” aslında “sarsmaktır”. Yalan habere böyle denilmesi sâbit olmayıp sallanmasındandır ki bu da zelzeledir. Ahzâb 60, s. 300 c.4
“Te’külü minesseetehü” (asâsını yiyen) “minsee” nese’tül ba ‘îyre
“Feerselnâ ‘aleyhim seylel ‘arimi” (Biz de üzerlerine ‘Arim selini gönderdik.) <‘arim” “ ‘arimerrecülü” deyiminden gelir ki (adam kötü ve sert huylu olmaktır) ‘arim aynı zamanda (yığılmış taş ) demektir.> Sebe’ 16, s.316, c. 4
“İzâ furri ‘a” “furriga” da okunmuştur ki
“Velâ zıllu velel harûr” (gölge ile sıcak da bir olmaz) “Harûr”, “har”dan gelir ki daha çok sıcak rüzgâra denir. Gündüz esene “semûm” gece esene de “harûr” denir. Fâtır, 21, s.384 c.4
“Cüddetül hımâr” (zebra”nın sırtındaki siyah çizgiler) “vel cibâli cüdedün”
“Vadrib lehüm meselen” (onlara misal getir) Bu da “hâzihil eşyâu ‘alâ darbin vâhidin”
“Neslehu minhünnehâr” (Ondan geceyi soyarız.) Bu da <“selehal cilde” (deriyi yüzmek) deyiminden gelir.> Yâsîîn, 37, s. 370, c. 4
“Felâ sarîha lehüm yunkazûn” (Onlar için ne bir kurtarıcı ne de yardımcı vardır.) Bu da “etâhümüssarîhi”
“Feinnemâ hiye zecretün vâhidetün” (O ancak bir tek sestir. Bu da “zecerer râil ganeme” (Çoban koyunlara seslendi) deyiminden gelir. Sââffât, 47, s. 403, c.4
“Velâhüm ‘anhâ yünzefûn”
“Ferâga ‘alâ âlihetihim fekââle elâ te’külûn” (Tanrılarına gizlice “Yemez misiniz?” dedi.) “ferâga” <Tanrılarına gizlice döndü”> Bu da “ravgatüssa’leb” den gelir ki
“Felemmâ eslemâ ve tellehü lil cebîn” (ikisi de teslîm olup onu alnı üzerine yatırınca) “selleme hâzâ li fülânin” deyiminden gelir ki
“‘Aleyhi şeceretün min yaktîyn” (Üzerine ağaç türünden bir ağaç bitirdik) “yaktîyn” yef ‘îl veznindendir. “Katana bil mekâni aleyhim” deyiminden gelir ki
“Minhüm enimşû vasbirû ‘alâ âlihetüküm” (Yürüyün tanrılarınızın üzerinde diretin” Yürümek de “meşetil mer’etü” deyiminden gelir ki
“Velâte hıyne menâs” (Hâlbuki kaçma zamânı değildi.) “menâs” kurtulacak zaman demektir. Bu da “nâsahu yenûsuhu” deyiminden gelir ki
“Yusebbihne bil ‘aşiyyi vel işrâk” (Onunla akşam ve kuşluk tesbîh ediyorlardı.) İbn ‘Abbâs radıyallâhü ‘anhümâ “Ben kuşluk namâzını ancak bu âyetle tanıdım” buyururken, Ümmühânî radıyallâhü ‘anhâ “‘Aleyhissalâtü vesselâm Efendi’miz kuşluk namâzını kıldı ve “Bu işrâk namazıdır” dedi. Sââd 18, s. 438, c.4
“Ve ‘azzenî fi’l-hitâb” (Beni sözle mağlûb etti.) Bu da “hatabtül mer’ete ve hatebehâ” deyiminden gelir ki
“İz ‘urida ‘aleyhi bil ‘aşiyyissâfînâtül ciyâd”
“Fel yezûkuhû hamîmün ve gassak” (Bu azâbı onlar tatsınlar ki kaynar su ve irindir.) Bu “gasekatül ‘aynü” deyiminden gelir ki
“Lehû makâlîdüssemâvâti vel ard” (Göklerin ve yerin anahtarı onundur.) “Makâlîd” anahtarlardır ve “kalletehû” deyiminden gelir ki
“Yâ hâmânübni lî sarhan le ‘allî eblugul esbâb” (Firavun “Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap, belki ben sebeplere erişirim.” dedi) “sarhan” “sarrahaşşey’ü” deyiminden gelir ki
“Sümme finnâri yüscerûn” (Sonra da ateşte yakılırlar). Bu da “seceret tennûra” deyiminden gelir ki
“Lehüm ecrün gayri memnûn” (kesilmeyen bir mükâfat vardır.) “memnûn” “men” kökünden gelir ki aslı ağırlıktır. Ya da “menetül hable” deyiminden gelir ki <İpi bükmektir.> Fussilet 8, s. 542 c. 4
“Ve hüve sümmestevâ ilâ semâi duhânün” (Sonra duman hâlinde göğe yükseldi.) Bu da “istevâ ‘alâ mekânin kezâ” deyiminden gelir ki
HULÂSATEN
İmlâda hatâ yapmamak için özel bir sistem kullanmak zorunda kaldım. Çünkü âyet-i kelimeleri Lâtinize etmek hemen hemen imkânsızdır. Bilimsel metinlerde harf değerli transkripsiyon alfabesi ile doğruya en yakın sistem kullanılıyor, ama bizim yazımız halka ve ilim sâhiplerine hitâb ettiği için alâ kaderi’l-imkân (imkânlar elverdiği kadar) çaba sarf ediyoruz. Meselâ medd-i tabîî dışındaki dört elif mikdârı medler de genellikle (ââ, ûû, îî vb.) gibi kullanarak doğruya yakın okunmasını murâd ettik. Allâhü a’lem bi’s-savâb.
.....
Faydalanılan kaynak:
Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, Beydâvî Tefsîri