Sahne de senaryo da aynı

A -
A +
“Düşmanımın düşmanı benim dostumdur…” Bu yüzden, masonu, siyonisti, Yahûdî’si, Ermeni’si, Taşnak’ı, katili, eşkıyâsı,  sözde İslâmcısı, İslâm düşmanı, liberali, demokratı, Osmanlıcısı vb. gruplar şevk ve heyecanla koskoca devleti yıktılar.

 

Osmanlı Devleti’nin sekerât-ı mevti çok ağır olmuştur. Onu iyileştirmek değil öldürmek isteyen ihânet tabipleri çok mâhirdiler. Onun yanındaki, güvendiği hasta bakıcıları da bu ihânete katılınca iş kolaylaştı. Yazarlar, şâirler, siyâsiler, devlet erkânı, hattâ din adamları da Sultan Abdülhamîd düşmanlığında birleşerek ortak hareket ettiler. Öyle ki aralarında fikir birliği olmayan ayrı ideolojilerin insanları hep aynı cephedeydi. Meselâ Mehmed Âkif’le Ziyâ Gökalp; Tevfik Fikret’le yine Âkif; Mason Türkçü Tal’at Paşa ile düşmanla iş birliği yapan Arnavut Es’ad Toptânî hep aynı karedeydiler. Kendisi Yahûdî olmadığı hâlde Lâdino (15. asır İspanyol Yahûdicesi) dili öğrenen ve meydanlarda nutuk atan Rızâ Tevfîk, İTC ile aynı safta… Akla şöyle gelebilir: Acabâ Abdülhamîd kendisini ifâde edemedi mi? Fakat evvelâ düşman olan bâzı muhâlifler sonra yana yana özür beyânları ve şiirleri yayınladılar ama “Ba’de harabi’l-Basra” (iş işten geçtikten sonra) her şey bitmişti. Maksat ve hedefte birleşildi: Düşmanımın düşmanı benim dostumdur. Bu yüzden, masonu, siyonisti, Yahûdî’si, Ermeni’si, Taşnak’ı, katili, eşkıyâsı,  sözde İslâmcısı, İslâm düşmanı, liberali, demokratı, Osmanlıcısı vb. gruplar şevk ve heyecanla koskoca devleti yıktılar.   HEDEFTEKİ SULTAN   “Mutlak hedefte Abdülhamîd vardı. Bu şu bakımdan kötü idi ki, hânedânın, hilâfet makâmının, sultânın prestiji ile oynuyorlardı. Bu imparatorluğu parça parça edecek bir oyundu. Gerçekte imparatorluk sâdece bu prestije dayanıyordu. Prestiji sarsılmış bir hânedân ile İmparatorluk rejimi Osmanlıda değil, Rusya’da, Avusturya ve Britanya’da da yürümezdi.” (Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Târîhi, Ötüken Yayınları, 1994, s. 382) Batı’da belki tarafsız yazarlar -az da olsa- olabilir de, tarafsız politikacı bulmak mümkün değildir. Yâni Sultan Abdülhamîd’e bu kadar düşmanlık edildiyse ve hâlâ da devam ediyorsa mutlaka belli sebepleri vardır. Batı menfaatlerine ters düşen yazar, senarist, san’atkâr, politikacı ve din adamlarına bile düşmandır. Batı bir kişiyi övüyorsa ona mutlakâ bir soru işâreti koymalıdır. Eğer Abdülhamîd doğuda bir Ermeni devletinin kurulmasına izin verip, Filistin’de Yahûdîlere toprak verseydi “Kızıl Sultan” da olmaz, tahttan da indirilmezdi. Hindistan’da bile adına hutbe okunan ve Hilâfet’in bütün imkânlarını İslâm dünyâsı ve Osmanlı için kullanan Sultân’a Batı nasıl düşman olmasındı ki?   MECLİS’İ KAPATMA KARARI   Abdülhamîd’in meclisi kapatmasına muhâlifler tabîî ki sert eleştiriler getirdiler, ama durum onların düşüncesinden çok farklı idi. Bu konuda onun ne kadar haklı olduğunu târihçiler söylemiştir: “Benim zihnimi, yalnız açacağımız Meclis’te Hristiyanların âzâ (üye) sıfatı ile bulundurulacağı karıştırıyor… Bu Meclis’i yalnız Îslâm’a mahsus kılmak olmaz. Mademki Hristiyanlar da âzâ olarak alınacak, yine bizim içim bekâ umulmamalıdır.” (Sultan Reşâd’ın Başkâtibi Lutfî Bey)Birinci Meclis-i meb’ûsânın süresiz tâtilini II. Abdülhamîd’in büyük hizmetlerinden birisi olarak telâkkî etmemek mümkün değildir… Nitekim 1908 Meşrûtiyet’i İmparatorluğu ancak on yıl muhâfaza edebilmiştir.” (Yılmaz Öztuna) “Herhâlde ilk Meclis-i Meb’ûsân dağılmayıp devâm etmiş olsaydı Osmanlı İmparatorluğu 20. asrı idrâk edemeyip 19. asrın sonlarında dağılırdı. II. Meşrûtiyetin kanlı ve hazîn târîhi bu acı hakîkatin en büyük delîlidir.” (İsmâîl Hâmî Dânişmend)  “Sultan II. Abdülhamîd bu ilk Meclis-i Meb’ûsânı dağıtmakta haklı idi, çünkü gayr-i Müslim ve gayr-i Türk unsurun faaliyet ve davranışlarının devleti yıkıcı mâhiyette olduğu açıkça belli olmuştur.” (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Kayı X, Osmanlı Târîhi, s.60, İst 2021. )   TÜRK YURDU BALKANLAR   Bir coğrafyanın vatan yapılması zordur, ama onu elde tutmak daha da zordur. Kadîm Türk yurtları bir bir elden çıkarken sâdece ağıt yakmak tükenmişlik alâmetidir. “Kadîm” derken bunu lâf olsun diye söylemedik. Balkanlar ve Rumeli evlâd-ı fâtihândan evvel de Türk yurdu idi. Sonra buralar İslâm’la şereflendi, yapıları ve destanlarıyla buralara sâhip olduk; acı, gözyaşı ve hüzünlü Rumeli Türküleriyle vedâ ettik. “Balkanlardaki Türk İslâm grubu, 1860’tan 1878’e kadar orada olan toplam Müslümanların aşağı yukarı %60’ını teşkîl eden etnik Türklerden ibâretti. Türk kabîleler Balkanlara üç dalga hâlinde geldiler. Birinci dalga 9 ilâ 11. asırlar arasında kuzeyden geldi. Bunlar Peçenekler, Kumanlar ve Uzlar diye bilinirler; çoğu animistti. (Bu inançta ruhlar ölmez, tabiatın her zerresine yayılır ve insanlara yön verirler. Animizm evren şuuru olarak da bilinir.) Bunlar sonra Hristiyan oldular ve Bulgar, Romen, Macar vb. adları aldılar, çok azı da Müslüman oldu. İkinci Türk grubu Balkanlara Anadolu’dan göç etti ve çoğu ve bugünkü Doğu Bulgaristan ve Yunanistan’a yerleşti. Bunlar Müslüman ve Selçuklu Sultanlarının tebaalarıydı. 1265 ile 1275 arasında Karadeniz’in batı kıyısında Dobruca’ya yerleşenlerin birçoğu Ortodoks Hristiyanlığa geçtiler. Bugün Gagavuzlar diye bilinen bu Türkler 15. ve 16. Yüzyıllarda dillerini muhâfaza ettiler. İçlerinden büyük bir kısmı yeniden göç ederek 1800’lerin başlarında Besarabya’ya (Bugünkü Moldova) yerleştiler. En büyük Türk grubu Balkanlara 15. ve 16. asırlarda Osmanlı hâkimiyeti döneminde göç edip yerleştiler. Balkanlardaki 3. kategori Müslüman Arnavutlar, küçük Rum grupları, Ulahlar, Sırplar vb. mühtedîlerden (başka dinlerden İslâmiyet’i seçen) oluşur. Bunlar Müslümanlığı 15-17. asırlarda kabûl etmişlerdir.” (Kemal H. Karpat, İslâm’ın Siyasallaşması, Bilgi Üniv. 3. Baskı, s. 630, İstanbul, 2009.) 1261’de Mihail Paleologos İstanbul’a girişini naklederken Bizans müverrihleri “Bir sabah Lâtinler Kumanların Türk na’ralarıyla uyandılar” diyorlar. Demek ki Bizans’ı Lâtin işgâlinden kurtaran Paleolog ordusunun en mühim unsuru Kumanlardı. Fakat Bizans târihleri 1300 senesinde artık Peçenek, Oğuz ve Kumanlardan bahsetmiyorlar. Bunun da sebebi artık  Türk unsurların Hristiyanlaşmış olmalarıydı… Fakat Bizanslı müverrihler artık onlara yabancı gözle bakmıyorlardı. (Yahyâ Kemâl, Aziz İstanbul, ss.122-123 İstanbul, 1964 ) Vatanı meydana getiren sâdece sınırlar, dağlar, tepeler, ırmaklar, yayla ve ovalar değildir. Onlar vatanın fizikî kısmıdır. Coğrafyayı vatan yapan unsurlar yüzyıllardır ortak değerlerle yoğrulmuş destan, ninni, târih, kültür, dinî inanış ve törelerdir. Vatanın tapuları, baş başa vermiş taşlarıyla yüzyıllardır aynı toprağı paylaşan ceddimizin mezarları ve o mezarlara yıllarca bekçilik eden Rabb’imizin adının ilk harfini temsil eden “elif” gibi servilerdir. Bayrağın çekilmediği, en saf sesle Ezân-ı Muhammedî’nin okunmadığı, ramazan ve bayramların şevk ve heyecânının yaşanmadığı bir toprak vatan değil, mahbestir (Hapishâne). “İşte bu rü’yâ çocukluk dediğimiz bir Müslüman rü’yâsıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları, havası ve toprağı Müslümanlık rü’yâsı ile dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerini odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kur’ân’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler; küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi rûh olan sarı sahîfeleri kokladılar. İlk ders olarak ‘Besmele’yi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarını yanlarında gittiler. Câmiler içinde şafak sökerken ‘Tekbîr’i dinlediler, böyle merhalelerden geçtiler, hayata girdiler, Türk oldular… Biz ki minâreler ve ağaçlar altında ezân sesi işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namâzından sonra anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezânsız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”  (Age, Y. Kemâl, s. 124 )   UNUTULAN MÂZÎ   Her şeyin asliyetini kaybedip yerini sentetik ve dijital bir ortama bıraktığı zamanımızda gençler hâtifi (gizli) bir ses gibi rûh-efzâ (ruhu okşayan)  tabîî ezanı duymadılar. Bir şeyin olması yakınlaştığında “eli kulağında” denmesine sebep olan minârelerin şerefelerinde, elini kulağına koyarak yanık sesiyle dört cihete dönerek ezân okuyan Bilâl-i Habeşî hazretlerinin târihî mirasçılarını tanımadılar. Ellerinde gül kokulu tesbihler yerine Müslümanlar, bankamatiği andıran “zikirmatik denen âletlerle zâhiren tesbîh çektiler. Beyazıt Câmii şadırvanında karlara basarak kollarından buharlar tüttüren soğuk suyun lezzeti yerine, sıcacık suyun rehâvet bastıran şekliyle abdest aldılar. Bir hoca efendinin dizi dibine çöküp “elif üstün e” demek yerine, “Kur’ân okuyan kalemlerden kitâbımızı öğendiler. Rahle-i tedrîs yerine internetten “Tecvîd- şerif” ta’lîm etmeye çalıştılar. Bunlar yine de dînini öğrenmeyen çalışan Müslümanlardır. Bir de savaş görmemiş, yokluk nedir bilmeyen, her istediği yapılarak şükürsüzleştirilmiş, ellerinde kutu kolalar, vücûdunun her tarafındaki câhiliye âdeti dövmeleriyle, küpeleriyle, örgülü saçlarıyla, müzik dinleme cihazlarıyla dünyâyı görmeyen bir gençlik var ki buna  (Z kuşağı) dediler. Onları âdetâ kutsadılar. Onlara geleceğimiz dediler. Bazıları bayraklı tişört giyerek garip Türkçeleriyle millî bir jargon yakaladıklarını sandılar. Rahmetli Osman Yüksel’i kabrinde bile üzen “Bir nesli böyle mahvettiler”. Modern Mevlevi folklorik danslarını din zannettiler. Âdetlerinden, geleneklerinden, inancından soyutlanmış olanlar, dînî hislerle dolu olmadıkça, ezan duyduklarında irkilmedikçe, yalnız millî maçlardaki giydikleri ay-yıldızlı tişört kadar Türk olabilirler.  İslâm’ın kokusunu rûhuna sindirmeyen asla hakîkî bir Türk olamaz. Olursa Gagavuzlar, Hakaslar, Çuvaşlar gibi Türk olurlar. Ona da bir diyeceğimiz yoktur.   TAHRİK SENARYOLARI   Kitleleri tahrîk ederek yeni senaryolar yazmak zor değildir. Son 70 seneye öyle trajikomik senaryolar konmuştur ki, insanın aklı durur. 1955’te yaşanan 6-7 Eylül olaylarının fitili Selânik’te ateşlendi. Başlangıçta Atatürk’ün evine bir bomba atıldı. İki basın aracının haberi ile umulmadık bir sür’atle başta İstanbul olmak üzere bâzı Anadolu şehirlerinde de gayr-i Müslimlerin canlarına ve mallarına büyük zararlar verildi. Hâlbuki bombayı Yunanlılar atmamıştı. Bombayı diplomatik bir çanta içinde oraya getiren Selânik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp’tır (Soyadı dikkat çekici). Dinamit lokumlarını bahçeye atan, Başkonsolos Yardımcısı Hasan Uçar, onu da azmettiren Selânik Hukuk Fakültesi talebesi MAH (şimdiki MİT) elemanı Oktay Engin’di. O zamanki Özel Harp Dairesi Başkanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu 1991 senesinde verdiği bir demeçte olayın Özel Harp Dâiresi’nce tertiplendiğini, muhteşem bir örgütlenme olduğunu ve maksadına ulaştığını söyledi. (Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Türkiye gazetesi, Dünden Bugüne Târih, 16.8.2021) 1997’de yine bir sahte senaryo sergilendi. 28 Şubat postmodern darbesi de aynı minval üzere yürütüldü. Önce MGK olağanüstü toplandı. İrticâya karşı başlatılan harekât sonunda yine bir muhâfazakâr bir hükûmet yıkıldı. (54.  Hükûmet) Akabinde kurulan Batı Çalışma Grubu binlerce insanı fişledi ve mağdur etti. Aczmendî diye tanınan bir sözde derviş grubunu servis ettiler. Bu grup 1996’da Ankara Kocatepe Câmii’nin önünde toplanıp “Şeriat isteriz” sloganları attılar. (31 Mart olaylarındaki çapulcu grubu da Abdülhamîd’e şeriat isteriz diye bağırmışlardı) O zamanın sahte şeyhleri gerek Ali Kalkancı, gerek Müslim Gündüz ve onlarla ilişkili Fadime Şâhin ve Emine Gürsoy senaryoları bayağı başarılıydı. Sonra Fadime Gürsoy nasıl kandırıldığını ve mağdur edildiğin gözyaşları içinde anlattı. (Sahte Şeyh Tuzağı Kime Yapıldı, Hilmi Şâhin, Gazete Akdeniz, 21 Mayıs 2020) Gezi Olayları bir ağaç davası ile başladı, aylarca gece gündüz tencere tava çala çala iş yerlerin tahrip ederek yakarak yıkarak tam bir Batı-işbirlikçi senaryosu ile devam etti. 28 Şubat Darbesi ve Gezi Olayları’nın bu millete mâliyeti 900 milyar dolara mâl olmuştur. Zâten istenen de buydu. Nihâyet tükenmeyen habîs iştahları ile son denemeleri 15 Temmuz’da yaşandı. Ama artık karşılarında “Ensesine vur, lokmayı ağzından al!” yapılı bir millet figürü yoktu. 252 cana ve yüzlerce yaralıya mâl olsa da demokrasiye sâhip çıkan bir millet vardı karşılarında. Bu korkular o kadar boş ki, bu millet ne Şii Îran Devrimi’ne, ne de Vehhâbî Suûd rejimine dâvetiye çıkartır. Bu millet  Sultan Alpaslan’ın deyimiyle “Katıksız saf Müslüman ve bid’at nedir bilmez” bir millettir. Biz, dünyâda eşine zor rastlanan bir milletiz…  Biz Müslüman Türk milletiyiz. Görüşmek ümidiyle...                                                      

Sahne de senaryo da aynı

 

 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.