Bize bir nazar oldu

A -
A +

Osmanlı toplumunun Batı’ya döndürülmesinin kalkınmamız için kaçınılmaz olduğunu savunanlar, bütün büyük yaratılış sırlarını pozitivist filozofların “Kâinât kendi kendine oluştu” fikrine kapıldılar.

Yaşayan her canlı varlık değişime tâbîdir. Zâten âlem-i mümkinât dediğimiz bu âlem, âdet-i ilâhiye gereği hep değişecektir. Bu kurala uymak veyâ uymamak diye bir şey söz konusu olamaz. Bütün bilimler “Allah” diyor ve yaratılışı ispat ediyor. Şöyle bir bakalım:

Kozmolojik Dönemler: Önce “Big Bang” olayı var. Bu müthiş hadise, Kur’ân-ı kerîmin, Enbiyâ sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle geçer: “Göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu, bizim onları ayırdığımızı ve her şeyi sudan yarattığımızı inkâr edenler görmezler mi?”

Sonra helyum ve hidrojenin yaratılışı, kâinatın var edilmesi ve en son insanın halk edilişi büyük hikmetlere mebnîdir. Burada hidrojenin yaratılması cansız varlıkların yaratılması için şarttır. Cemâdât (dağlar, taşlar) hep buna dayalı olarak yaratıldı. Milyar yıllar sonra oksijen yaratılıyor. Bu da nebâtât, hayvânât ve insân için olmazsa olmazın kânûnu… Gerçi daha önce galaksilerde oksijenin varlığından söz ediliyor ama dünyâdaki canlılar için olan oksijenden farklı. İşte büyük yaratılışın devreleri:

Kambirien Dönemi: Çok uzun zaman ve dünyânın yaratılması.(Hadean Dönemi) Sonra  ayın varlığı. Giderek tek hücrelilerin ve canlıların yaratılması.

Protorozoik Devir: Sırasıyla bakteriler, deniz yosunları ve mantarların yaratılması.

Palozoik Devir: Bu devirde hayâtın karalara geçmesi söz konusudur. Tekevvün ve tekemmülün (oluşum ve mükemmelleşme ) sonunda kâinâtın özü olan insan yaratılır.

Bilim adamları bu yaratılış süresini 4 ilâ 6 milyar yıl diye bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmde bu süre 6 gün olarak geçiyor. Bu zamanı bugünkü zaman ile değerlendirmek büyük hatâ olur.  Tergîbü’s-salât’ta bir namazı sebepsiz terk eden seksen hukbe cehennemde yanacaktır diye bildiriliyor. Bir hukbe 1000 yıl olarak belirtilmiş. Bu durumda bu azap 80 bin yıl ediyor. Bunu dünyâ ölçülerine sığdırabilir miyiz? Her şey hesaplı, her şey yerli yerinde ve hep mükemmelliğe doğru bir yaratılış. Gökler binâ, yerler tefrîş ediliyor (süsleniyor). Hep insan denen şerefli varlık için. Her zaman Rabb’imizi noksan sıfatlardan tenzîh eder,  zâtıyla ve sıfât-ı ilâhiyyesiyle de tesbîh ederiz.

Evrim teorisine inananlar dışında gerçek bilim adamları primatları da kabul etmiyor. “Neandartal insan” da bilim dışıdır. Çünkü insandan 200 milyon yıl evvel yaşayan dinozorlara ait fosiller bulunmuşken varlığı 10 bin sene evveline dayanan insandan bir iskelet veyâ bir fosil bile bulunamamıştır.

Bundan sonrası yok tunç devri, cilâlı taş devri vs. hepsi uydurmadır. Çünkü artık ilk insan ve mükemmel varlık ve ilk peygamber Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) yaratılmıştır. İnsan için gerekli olan ekim-biçim ve bunların âlet ve edevâtı, demirin kullanılması ve suhûfla birlikte yazının da varlığı tartışılmamalıdır.

Bütün bunlar bize, Rabbimizin her işinde mutlak bir hikmet bulunduğunu bilmemizi gerektirir. Meselâ Rabbimiz irâde buyurmasaydı, isteseydi Hazret-i Âdem, şeytanın iğvâsına kapılmazdı. O zaman Hazret-i Âdem dünyâya gönderilmezdi. Bu bir sebeptir. Sonra en mühimmi de Fahr-i kâinât Efendimiz yaratılmazdı. Ama böyle bir şey olamazdı. Çünkü Rabbimiz, Risâletpenâh Efendimizin nûrunu her şeyden evvel yarattı ve ism-i mübârekini Arş’ın ayağına kendi Zât’ının adı ile yazdı. Görülüyor ki kâinât, insan, hep büyük yaratıcının sonsuz kudreti ve akıl almaz hikmetleriyle ve sebeplerle var edildi. Bunları Ziyâ Paşa’nın beytiyle anlatmaya çalışalım: “İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez /// Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez.”

Veya Hazret-i Mevlânâ’nın diliyle: “Aklı sat, hayreti satın al!”

Bize bir nazar oldu

Osmanlı devrinde Direklerarası…

HIZLI DEĞİŞİM

Bütün bunları niye yazdık? Değişime ve mükemmelliğe geçişin zârûrî olduğunu anlatmak istedik.  Evet, ama Osmanlı toplumunun Batı’ya döndürülmesinin kalkınmamız için kaçınılmaz olduğunu savunanlar, bütün büyük yaratılış sırlarını pozitivist filozofların “Kâinât kendi kendine oluştu” fikrine kapıldılar. Sosyal kalkınmayı ise bir hârika olarak gördükleri tiyatro, roman, Frenk kıyâfetleri, pozitivist filozoflara hayranlık ve onlara tâbiiyette buldular. İşte burada kaziye ber-aks  (bil’akis, tam tersine) oldu. Yâni bunlarla gelişme olmazdı. Neler yaptı Batı hayranları? Evlerden dışarılara taştılar. Eğlence mekânlarını doldurdular. Çok yaygınlaşan muganniye ve rakkâselerin (kadın şarkıcı ve dansçıların) programlarını kaçırmadılar. Tabîî ki o zamanlar Müslümân bir hanımın, sahneye çıkması, şarkı söylemesi ve oynaması mümkün olmadığı için, gayr-i müslim şarkıcı ve dansçılar büyük paralar kazandılar. Bunlardan kantocu Sivas Ermenilerinden olan Perez Terzakyan “Sahne-i âlem”i kurdu. Sonra da Şamran Kelleciyan kantolarıyla hayran kitleleri meydana getirdiler. Dilimiz, bu gayr-i müslimlerin ağızlarıyla hızla bozulmaya başladı.    

Özellikle Ramazân-i şerîfi Şehzâdebaşı Direklerarası denen eğlence alanlarında geçiren Osmanlı erkekleri, iftâr ile imsâk arasını zikr ü tesbîhâtla, câmî, tekke, zâviye ve hângâhlarda geçirmek yerine, “vur patlasın çal oynasın bu hayat böyle geçer” felsefesiyle eğlence mekânlarında kendilerinden geçtiler.

Osmanlı erkekleri, kendi hanımlarını İslâmî ölçülere göre giydirirlerken, kantocular, o günkü şartlarda bayağı dekolte kıyâfetler giyiyorlardı. Sahnelerde Batı-oryantal dans ve mûsikîsiyle raks eden kantocular, erkeklerin akıllarını başlarından almaya başladı. Kapalı mekânlarda kaldırılan kadehler ve “Bu kul sana kurbân olsun anam!” nâraları atan Osmanlı erkekleri evdeki nâmûs timsâli ve iffetli hanımlarını beğenmemeye başladı. Bu tip kadınlarla metres yaşamalar arttı. Sonunda Müslümân Türk kadını pembe mantin, ten ferâce ve yarı örtülü başları ile Pera’da (Beyoğlu) tur atmaya başladılar. Ne de olsa baş döndürücü bir hızla Batılı oluyorduk. Jön Türkler ve İttihâtçılar bile bu kadarını beklemiyorlardı. Ne kabiliyetli milletmişiz(!) Ne de çabuk Batılı oluverdik!

DİLİMİZDE TÜY BİTTİ

Acaba Hristiyan hücre yapısından türeyen Batı medeniyetinin ne olduğunu Osmanlı lümpenleri (ne idüğü belirsiz, arsız) biliyorlar mıydı?

Medeniyet kelimesinin karşılığı olarak kullanılan “civilisation” , fiili “civiliser” (medenîleştirmek, hayvanlar için ehlîleştirmek) olup kökü Lâtince “civitas” yâni vatandaştır. Aydınlanma çağında kilisenin bağnazlığına ve zâlim doğmalarına karşı anlam kaymasıyla “uygarlık” olarak kullanılmaya başlamış.

Aşağıdaki parça bunun ufak bir örneğidir:

Châteu-Renaud: “Bana hediye edilen yeni tabancaları Araplar üzerinde denemek istedimBunu gerçekleştirmek için Oran’a (Cezâir’de bir şehir) müteveccihen gemiye bindim.” (Alexandre Dumas’nın Monte Cristo Kontu adlı romanının Fransızcasından alıntı. Hâdise 2. Cilt 39. “Hayâletler” Bölümü’n de geçiyor. Konuşanlar, Kont, Vikont, gazeteci, yüksek memur.) (Yakup Orhan, Tamamlanmamış Basıma Hazırlanan Tercüme.)

Görüldüğü gibi Fransız yüksek sosyetesi, bir silâhı cansız hedefte denemek yerine bir Müslüman’ı seçiyor. Müstemlekeci Avrupa’nın sâbıka dosyasında yıllarca çalıştırdığı siyâhîlerin işi yavaşlatan babalarını tehdit için çocuklarının ellerini kesmek veyâ az çalışan çocukların boyunlarını mengene ile kırmak gibi kan donduran olaylarla doludur. Fıtrat değişir sanmayın; bugün de aynı zulümleri Orta Doğu’da tekrarlıyorlar.

Bize bir nazar oldu

VOLTAIRE REZİLLİĞİ

Osmanlı sözde aydınlarının hayrân olduğu Voltaire, Zeyneb bint Cahş’ın, Efendimizle olan nikâhını konu alan bir tiyatro eserinde, hem İslâmiyete hem de Risâletpenâh Efendimize hakaretler yağdırmıştır. Zeyneb bint Cahş hazretleri, Abdülmuttalib b. Hişâm b. Abdümenaf  b. Kusay’ın kızıdır. Zeyd b. Hârise ile boşandıktan sonra Efendimizle tezevvüc eylemiştir.

Zeyd Bin Hârise (radıyallâhü anh) önce Hazret-i Hadice vâlidemizin kölesi iken,  vâlidemiz, Efendimizle teehhül edince (evlenince) Zeyd efendimizi, Risâletpenâh Efendimize hediye etmiştir. Efendimiz onu âzâd etmişken o, Resûlullâh’a hizmet şerefini seçerek sonra evlâtlığı olmak bahtiyarlığına erişmiştir. Sonra Zeyd Efendimizden boşanan Zeyneb vâlidemizin Efendimizle olan nikâhı gündeme gelince, Arap toplumu için câhiliye devri âdetlerinden kalan “Evlâtlıkların boşanan hanımıyla evlenilmez” geleneği Efendimizin canını sıkıyordu. Hâlbuki ilm-i ledün vâsıtasıyla  Zeyneb vâlidemizle teehhül edeceğini biliyor ama  sıkıntı çekiyordu. Bu sırada Ahzâb Sûresi 37 âyet-i kerîmesi nâzil oldu. “Hani sen Allâh’tan kendisine ni’met verdiği, senin de (âzâd etmek sûretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye (Eşini nikâhında tut, onu boşama) Allâh’tan sakın diyordun. Allâh’ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve Allâh’tan çekiniyordun. O hâlde kendisinden çekinmene Allâh daha lâyıktır. Zeyd eşinden yana istediğini yerine getirince (eşini boşayınca) onu seninle evlendirdik. Eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında) evlâtlıklarının eşleriyle evlenmelerinde bir zorluk olmasın. Allâh’ın emri mutlakâ yerine getirilmiştir.”

Böylece köklü bir câhiliye âdeti de ortadan kaldırılmıştır.

İşte Voltaire, bu konuyu işleyen bir “tiyatro eseri”(!) yazmış, adına da “Fanatizm ve Peygamber Muhammed’in Bağnazlığı” demiştir. Eser önce Fransa’da yasaklanmış, fakat yazar bu tiyatro metnini Papa Benova’ya (Benedictus) takdîm ederek hem kendisini kutsatmış hem de töhmet altında kalmaktan kurtulmuştur. Bu rezil tiyatro eserini Papa’ya takdîm ederken “(Hâşâ sümme hâşâ) sahte ve barbar bir dînîn kurucusuna karşı bu yazıyı hakîkî dînin reisine adamak istiyorum” demiştir.  (Biliyorum ki okurken nefret ediyorsunuz, ama bu hayranlık duyulan yazarların kim olduklarını da bilmek zorundayız!)

Yine geçenlerde ölen Danimarkalı karikatürist Kurt Westergaard Efendimiz hakkında rezîlâne karikatürler yayınladı. Efendimiz’in adını bile anarken içimizin titrediği kâinâtın efendisine yapılan bu hakâret ve yine Efendimiz hakkında edepsiz karikatürler yapan İsveçli karikatürist Lars Vilks bir trafik kazasında yanarak öldü (Bu dünyânın yanması âhıret için zerre bile değildir. Esas hükmü RabbZü’l-celâl verecektir.) Bu olaylar sonrasında İslam dünyâsında büyük infiâl meydana geldi, ama artık bunu engelleyecek bir Abdülhamîd Han yoktu.

Bir düşünelim: Hangi Müslümân bir diğer peygamber hakkında böyle edepsizce davranır? Bu mümkün değildir. Çünkü Müslümanlar, Kur’ânı kerimde tebcîl edilen bütün peygamberleri tasdîk ederek “âmentü” demiştir.

Ali Rızâ Sağman’ın bildirdiğine göre Voltaire’in bu oyunu II. Abdülhamîd devrinde oynanmak istenmiş ve bütün biletler satılmıştır. Paris büyükelçisi Münir Paşa durumu Hâkân’a bildirince, Koca Sultân elçiye bir telgraf çekmiştir: “Reisicumhûr hazretlerine git, selâmımı teblîğ eyle, bu piyesin oynanmasını uygun bulmadığımızı anlat” demiştir. Eser bundan sonra oynatılmadan kaldırılmıştır. Sağman “Bu doğru ise Abdülhamîd nûr içinde yatsın” demiştir. (Muhammed İhsân Hacıismâîloğlu, Osmanlı Müelliflerinin Çalışmalarında Zeyd-Zeyneb Hâdisesi Bağlamında Voltaire’in “Fanatizm ve Peygamber Muhammed’in Bağnazlığı” Adlı Tiyatro Eseri üzerinde değerlendirmeler. Hitit Üniv. İlâhiyat Fak.Dergisi, Haziran 2020, ss. 307- 338 )

EZÂNIN DÖNÜŞÜMÜ

Ali Rızâ Sağman demişken bu şahsın parantezinde, hacı hâfızlarımızın da bu dönüşümde, bu Batılılaşmada nasıl rol oynadıklarını da görelim:

Ali Rızâ Sağman’ın torunu Ahmet Doğan Işık 1943 yılına âit Türkiye Maârif Târîhi adlı kitabın 5. Cildinde, Hâfız Ali Rızâ Sağman’ın 4 sayfalık anılarını Milliyet gazetesinde paylaştı. Sağman “Câmilerde okunan Türkçe tekbîr ve ezân sırf benim mücâdelemin meyvesidir” dedi.

Hasan Cemîl’in ezanın dönüşümü için reislik ettiği mecliste 9 hâfız vardı. 7’si  “Tanrı uludur”  ikisi de  “Allâhü ekber” olsun dediler. Bu iki  hâfız,  Sa’deddîn Kaynak ve Hâfız Kemâl’di. Sonunda “Tanrı uludur” kabûl edildi ve ezân bu şekilde okundu. (1932 )

Hacı, hem de kurrâ hâfız olan Ali Rızâ Sağman, yazdığı bir şiirinde şöyle demişti:

“Kul hüvallâhü ehad şu’lesi gökten geleli /// Yıkılıp gitti zulm ile şirkin temeli

(…)

Ey Rızâ şükrederek koş da o nûra nûr ol /// Ona boş sözle değil özle şitâb eylemeli.”

Bu şiir bir hayli uzundur ve çok da güzeldir.

Fesübhânallâh! Bu sözleri söyleyen bir kurrâ hâfız, nasıl bu hâle dönüşebilir? Alın size bir dönüşüm, başkalaşım ne derseniz deyin. Asırlardır bütün İslâm ülkelerinde yalnız “Allâhü ekber” diye okunan Ezân-ı Muhammedî, bir kurrâ hâfızın delâletiyle “Tanrı uludur”a dönüşüvermiş ve ilki Fatih Câmii’nde 20 Ocak 1932’de Hâfız Rif’at tarafından okunmuştur.

Sâdece ezan da değil, yüzlerce yıldır aslıyla îrâd edilen Cumâ hutbesi de birdenbire kabuk değiştirip Türkçe oluvermiştir. İlk def’a Bursa Hudâvendigâr Câmîinde okunan Türkçe hutbe metni,  1916 yılında Sırât-ı Müstakîym’de 20 Zil-ka’de 1334 (10 Eylül 1916) târihli nüshasında Karesi Milletvekîli Hasan Basrî Çantay tarafında kaleme alınan bir yazıda “Güzel bir hutbe” yazısıyla da bu hutbenin teşvîk edilmesi de düşündürücüdür. 23 Ağustos 1908’de çıkan bu mecmuanın yazı kadrosunda Ebu’l-ûlâ Mardin, Eşref Edib, Mehmed Âkif, Ahmed Agayef (Ağaoğlu), Baban-zâde Ahmed Naîm, Mûsa Kâzım, Midhat Cemâl, Akçuraoğlu Yusuf, Ömer Ferîd Kam,  Mehmed Şemseddîn (Günaltay), Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), Şerafeddîn Yaltkaya gibi ünlü isimler yer alıyordu.

Hâsılı biz, biz olmaktan çıktık. Ne Türklüğümüz kaldı ne de Müslümanlığımız. Merhûm Arif Nihâd Asya’nın dediği gibi: 

Bize bir nazar oldu /// Cumâmız pazar oldu. /// Ne olduysa bize hep azar azar oldu.

Tekrar görüşebilmek ümidiyle...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.